DİN’İ TAM OLUP İMANI VE VİCDANI TAM OLMAMAK!

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi İlhami Güler "Son dönemlerde Türkiye’de “Dindar” muhafazakârların ahlaki karnesi, sıkça tartışma konusu yapılmaktadır. Haklı olarak “Dindar, ahlaklı olur” ön kabulü, sürekli yalanlanmakta ve yanlışlanmaktadır. Bu olgunun tarihsel-teolojik ve küresel-kültürel nedenleri bulunmaktadır. Bunları ayrı ayrı analiz edip anlamak gerekir” değerlendirmesinde bulunuyor.

1- TARİHSEL-TEOLOJİK NEDENLER

Sünnîlik, teolojik olarak oluşurken, Haricîlik ve Mu’tezile imanı amel ile birlikte “Müslüman” olmanın kurucu şartı olarak bir kimlik tanımı şeklinde ileri sürdüklerinde; bunu reddederek, ”tasdik/inanç”in (“İman”değil), “mümin” ve “müslim” olmak için yeterli olduğunu kabul etti. (“lailahe illelah” diyen, cennete girer). Ahlak/amel, olsa da olur; olmasa da olur; olursa, “semere/meyve” olarak daha iyi/tatlı olur. Bu tutum, ahlak alanında gevşek/light bir kimlik teknolojisinin oluşmasına sebebiyet verdi. İkinci olarak Sünnîlik, tasdiki/inancı, “iman” olarak yorumladı. Bunu da “Amentü” olarak kodladı. Oysa, inanç ve iman, ayrı ayrı muhtevalardır. Kur’an, Bedevilerin, kesin tasdiklerini (teslimiyet), “iman” olarak kabul etmedi: “Bedeviler, “iman ettik” dediler. De ki: ”Hayır, henüz iman etmediniz; “teslim olduk/tasdik ettik” deyin. İman, henüz kalplerinize yerleşmedi.” (49/14). İman, Allah ile duygusal değerlilik yaşantıları olan huşu (saygı), haşyet (korku), güven, muhabbet ve umut’a (“havfen/korku ve tamaan/umut”- “rağaben/rağbet ve raheben/kaygı”) dayanan canlı bir ilişkidir. Oysa “inanç”ın bu nitelikleri yoktur. İnanç değişmez; genellikle amel doğurmaz; doğursa da, doğruluğu tesadüfidir; soğuk su veya donmuş buz gibidir. İtikat, cenazeye; iman, canlı insana benzer. iman değişir: artar-eksilir; sıcak ve kaynar su gibidir, hareket (amel) doğurur; barometre gibidir: tavan yapar-taban yapar. İman, zorunlu olarak amel doğurur: “Ateş olmayan yerden, duman çıkmaz”, “Küpün içinde ne varsa, dışına o sızar.”: “İman edenler,…Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat edenlerdir; ancak onlar, imanlarını doğrulayanlardır.” (49/15). “İnsanlar, (amel ile) denenmeden, “inandık” diyerek bırakılacaklarını mı sanıyorlar?” (29/2).

Sünnîlik, ibadetleri (Namaz, Oruç, Hac, Zekât), kelime-i şehadet ile birlikte “kimlik teknolojisi” olarak İslam’ın “Beş Şartı” olarak kodladı. Kur’an’da değinilen sınırlı sayıdaki “Haram”ları (faiz, zina, içki, adam öldürme, hırsızlık…) da ekleyerek “32-54-Farz” olarak kodlayıp “İlmihal” dindarlığı tamamlanmış oldu. Domuz etinin haram, her türlü haltın yenebildiği; vicdansızlık değil, sadece “içki, bütün kötülüklerin anasıdır” olduğu bir dindarlık gelişti.

Böylece Kur’an’ın baştan sona kadar mümin bireyin her bir tekil ilişkide, her an vicdanının diri tutmak için çabaladığı “Takva” ya ve düşünmeye (tefekkür, taakkul, tafakkuh, tezekkür, temmül, tabbur….) çağrı/teşvik, iptal edilmiş oldu. Yani canlı iman ve diri vicdana –büyük ölçüde- ihtiyaç kalmadı. Oysa Kur’an, baştan sona kadar insan vicdanının (kalp/fuad, fıtrat, lübb) ölüm, körelme, sağırlaşma, kararma, mühürlenme, taşlaşma, katılaşma, paslanma, hastalanma…ile karşı karşıya olduğunu dile getirir. Örneğin: ”İman edenlerin, Allah’ı anmak ve ondan inen hakikate karşı kalplerinin saygı ile ürpermesi gerekmez mi? Müminler, daha önce kendilerine kitap verilip de –aradan uzun zaman geçince- kalpleri katılaşan (Yahudiler-Hristiyanlar) gibi olmasınlar. Onların birçoğu, fasık kimselerdir.” (57/16). Şu andaki “Müslüman” ların çoğunluğunun, burada tasvir edilen Yahudi ve Hristiyanlardan bir farkı var mı?

Kur’an’ın baştan sona kadar “Mümin/Müslim”in karakteri (Kimlik teknolojisi) olarak vurguladığı “Takva” konusunda Fazlurrahman şöyle diyor: “Takva kavramı ile ima edilen bu kendini inceleme/nefis muhasebesi, hiçbir zaman, kendini her şeyden masun görme anlamına gelmez. Tam aksine; takvanın anlamının ayrılmaz bir unsuru şudur: Bir insan, davranışlarını düzenlemek için, kendini mümkün olduğu kadar nesnel şekilde nefis muhasebesine çekse de hiçbir zaman “doğruyu/hakikati” seçtiği hususunda garantisi yoktur. Eğer bu nefis muhasebesi, tek başına yeterli olsaydı, “Hümanizm” mükemmelen işler ve böylece “Aşkın (Allah-İG)”a ihtiyaç kalmazdı. Fakat biz, insanların vicdanlarının ne kadar sübjektif olduğunu biliyoruz. İşte “Takva”, bu “Aşkın(Allah)ın yardımına işaret eder. Zira, onun ima ettiği şey, her ne kadar seçim bizim, fiil de bizim olsa da; bizim yapıp etmelerimizin hakkındaki nihai ve gerçekten nesnel değerlendirme, bizim değil; Allah’ın yetkisindedir.” (Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı. Çev: Adil Çiftçi. Ank.1997. s. 14)

Türkiye’deki mukallit muhafazakârların bir kısmı, N. Fazıl’ın: “Sakarya: Saf çocuğu, masum Anadolu’nun” dediği kabilden “ilmihal Müslümanlığı” nı sürdüren insanlardır. Bir kısmı, seçimlerde oyunu “sosyal yardım” karşılığı siyasetçilere satan “Köylü Kurnazlığı” nı benimsemiş olanlardır. Bir kısmı tarikat-cemaat, vakıf-dernek aracılığı ile “kamu” dan menfaat tırtıklayan, Allah’ı ve halkı kandırmaya çalışan “uyanık” tiplerdir. Az bir kısmı (sayılarının ne kadar olduğunu bilmiyorum; ama, az oldukları kesin) siyasette ve bürokraside “Hz. Ömer Adaleti” kaygısı ile hareket edenlerdir. Büyük bir kısmı da (kahir ekseriyet) siyasette ve bürokraside “Çakal” tabiatlı olanlardır. Vicdanı diri olan varsa, kendinin hangi kesimden olduğunu bilir.

2- KÜRESEL-KÜLTÜREL (ZEİT-GEİST/ÇAĞIN RUHU) NEDENLER

Sahici anlamda din (iman-vicdan), insan Tanrı’nın başta Yaratma olmak üzere, sıfatlarının tecelligâhı olan Tabiat (Ayetler) içinde yaşarken gerçekleşir. Bütün dinler, Modern makine ve dijital Teknoloji öncesinde doğmuşlardır. Modern Teknolojinin küreselleşmesi ile de Tanrı’nın evinden kendi yaptığımız eve (Tekno-city) taşınma ile de sönümlenmeye başlamışlardır. Tanrı’nın teknolojisinden Modern Batı insanının yaratmış olduğu teknolojiye geçiş ile oldu bu durum: “Tanrı, merkebi yaratmıştı; Almanlar, Mercedes’i”. Teknolojik araçlar, her zaman vardı. İnsanın işlerini, yaşamını kolaylaştıran birer “araç/aparat” olarak vardı. Ancak, modern teknolojinin tabiatı bir başkadır.

Artık teknolojinin özü, Max Weber ve Habermas’ın iddia ettikleri gibi, nesnelerin “rasyonel kontrol yeterliliği ve verimliliği” değil; Heidegger’in iddia ettiği gibi, Tekniğin özü, “teknik” bir şey değil; “metafizik” bir şeydir. Günümüz Batı kültürünün, Nietzscheci “Onto-teoloji”ye –düşünülmemiş- bağlılığı olarak teknoloji, Nietzsche’nin metafizik/teolojik olarak “Güç Tutkusu (will to power) ve Tutkuya Tutku/istemeyi istemesi (will to will); ontoloji olarak da, “-kendimiz dahil (“İnsan kaynakları”)-, ilişkili olduğumuz entitelerin tümünü, doğaları gereği anlamsız “Bestand” yani optimize edilmeyi, düzenlenmeyi, maximal randımana kavuşturulmayı bekleyen pür “kaynaklar (rezerv/stok)” olarak anlamaya ve bu tarzda ele almaya teşvik eden şeyin, tam da entitelerin varlığının bu ontolojik indirgemeci kavranışı olmasıdır.” (Ian D.Thomson. Heidegger-Ontoteoloji. çev: H. Arslan. İst. 2012. s 75). Bu dünya görüşü/bakış açısına göre: “Varlık, önceden hesaplanabilir olandan başka bir şey değildir. Varlığı teknolojik olarak kavrayışımız, bir “hesaplayıcı düşünme tarzı” üretiyor. Entiteleri, çift değerli (O-1) programlanabilir (dijital) enformasyona indirgeyerek, bütün niteliksel ilişkileri niceliksel ilişkilere, internetteki pür dolaşım ağına girmeye hazır dijital verilere dönüştüren bir düşünme tarzı.” (Thomson, a.g.e. s 94). Bu, Heidegger’in teknolojinin özü/doğası olarak “Gestell (Çerçeveleme)” dediği şeydir. “Heidegger, bu çerçevelemenin, bir çifte unutmaya yol açtığını ve bunları takviye edeceğini düşünür: 1-Kendimize özgü dünya ifşa etme kapasitemize ilişkin yeteneğimizi yitireceğimizi; ve 2-Bu yüzden, herhangi bir şeyi unutmuş olduğumuzu da unutacağımızı düşünür…Sözün gelişi, entitelerin “kendilerinde mündemiç anlamları” bulunduğu fikri, miadını doldurmuş bir “mit” gibi görünmeye başlayabilir… (Thomson, a.g.e. s. 96-97). Örneğin: Kur’an’ın “Tekvini Ayet” veya “Nimet” dediği şeyin “Doğa Yasası”na ve “Madde”ye dönüştürülmesi.

Güney Kore kökenli Alman düşünür Byung Chul Han, teknolojinin bu “çerçeveleme”sinin modern insandaki-toplumdaki semptomlarını gözlemler: ”Big data (Yapay Zekâ)” bile, içinde çok az “bilgi” barındırır. A gerçekleştiğinde, B nin de gerçekleşeceğini söyler. Ancak, bunun neden (ve niçin-İG) böyle olduğunu bilmez. Korelasyon, nedensellik ilişkisinin, yani neden ile sonuç arasındaki ilişkinin aslını anlama yeteneğine bile sahip olmayan, en ilkel bir bilgi biçimidir. O, basitçe, “bu, böyledir” der.” (Byung Chul Han, Ötekini Kovmak. Çev: M. Özdemir. İst.2023. s 10). ”Platon’un (ve Monoteist dinlerin-İG) “Hakikat” dünyasına karşıt olarak, günümüz “Şeffaflık Toplumu”, içinde metafizik bir gerilim barındıran o “ilahi ışık” tan yoksundur. Şeffaflıkta “Aşkınlık” yoktur. Şeffaflık toplumu, ışık (aydınlanma-nur) olmadan içini gösterir. Aşkın bir kaynaktan çıkan o ışık ile aydınlanmaz. Aydınlatan bir ışık kaynağı değildir şeffaflığı sağlayan. Şeffaflığın ortamı aydınlanma değil; her şeyin içinden geçen ve her şeyin içini görünür kılan ışıksız bir ışımadır. Bu ışınım, ışığın (aydınlanma-nur) aksine, müdahaleci ve delicidir.” (B.C.H, Şeffaflık Toplumu. Çev: H. Barışcan. İst. 2022. s 59). ”(Geleneksel) İtaat öznesi ve disiplin öznesi, karşısında daima “öteki”ni bilirdi. Bu, bazen Tanrı; bazen hükümdar; bazen de vicdanıydı. Yalnız baskı ve ceza değil; ödül de, dışarıdaki merciden gelirdi. Buna karşın, günümüzde “başarıya ve performansa” odaklı toplumun öznesi, narsistik bir kendine yöneliklik damga vurmaktadır. “Öteki” inden ödül alamadığı için, hep daha fazla başarı, daha fazla üretim elde etmek zorunda hissetmektedir kendini. Ötekinin olumsuzluğu, rekabet ilişkisine de içkindir. Ama geç modern öznede bu olumsuzluk bulunmaz. Çünkü son kertede kendi kendisi ile rekabet içindedir. Hep kendini aşmaya odaklanır. Böylece ortaya ölümcül bir yarış çıkar. Bir gün düşüp kalana kadar kendi etrafında döner.” (B.C.H, Şiddetin Topolojisi, çev: Dilek Zaptçıoğlu. İst. 2021. S 55)

3- SONUÇ

Hasılı, günümüz Türkiye’sinde “Müslümanlık”, özünü düşünme ve diri bir vicdanın oluşturduğu iman ve takva (salih amel/ahlak) değil; ezberlenmiş, itikat haline getirilmiş, alışkanlık olmuş, gelenekselleşmiş bazı davranış kalıplarını, ritüelleri, tutumları, tavırları, totem ve tabu benzeri şeyleri ifade ediyor. Daha da önemlisi, bu insanlar, yukarda tasvir ettiğimiz küresel-kültürel bir atmosferin, iklimin, coğrafyanın (çölün) içinde yaşıyorlar.

Arabistan çölünde “İslam” vahasını/yeşilliğini yaratan Kur’an, yukarda tasvir etmeye çalıştığımız küresel çölleşme etkisinde bulunan ülkemizde yeni bir vahanın oluşmasına sebebiyet verebilir mi? Zor. Yedinci yüz yılda “çöl” lokaldi ve cağrafî idi; günümüzde ise, Nietzsche’nin haber verdiği gibi (“Çöl, büyüyor; vay haline, çölü görmezden gelenlerin.”) çölleşme, kültürel ve küreselleşti. Artık düşünemediğimizi dahi düşünemiyoruz ama, Tanrı’dan da insandan da umut kesilmez. Kur’an: “Sabah, yakın değil mi?” (11/81) demişti. Alman şairi Hölderlin ise: “Gecenin en karanlık anı, şafak sökmeden az önceki andır.” dedi. Tanrı, Meleklerle girdiği tartışmada, onların, insan cinsi hakkındaki olumsuz kanaatlerini reddederek, zor bir işe/riske giriştiğini tâ baştan biliyordu (2/30-32). İnsanlık olarak veya Müslümanlar olarak, bu güveni boşa çıkarma hakkımız var mı?