GÖRÜŞLER

Türkiye’de siyaset-hukuk dengesi(zliği) üzerine

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi İlhami Güler, siyasetin toplulukların hayatta kalma ve hegemonya kurma içgüdüsünün tezahürü olduğunu dile getiriyor.

1-TANIM VE TARİH

Siyaset, organizmaların ve organizasyonların, toplulukların ve toplumların hayatta kalma, kendi olma, av bulma-av olmama, gelişme, güçlenme, palazlanma, hegemonya kurma içgüdülerinin bir tezahürüdür. Özünde biyo-ontolojik bir mevzudur. Platon, Aristo ve İlahi dinler, bu çabaya “Ahlaki” bir çerçeve çizmeye çalışmışlardır. Makyavelli ve Carl Smith, siyasetin amacını “Başarı” olarak kodlayıp içgüdüyü (Dost-Düşman) meşrulaştırmışlardır. Yunanlılar, içgüdüsel olanla ahlaki olanı sentezlemeye çalışan çeşitli siyaset tarzları/yönetim şekilleri denemişlerdir (Tiranlık, Oligarşi, Demokrasi, Aristokrasi…). Doğu toplumlarında da Tanrısal/ahlaki olan ile içgüdüsel olanı sentezleyen “Çoban-Sürü” kodu geliştirilmiştir. İnsanlık tarihinde “İmparatorluk” yapıları, Tiranlık ile Tanrılığın sentezi olarak çeşitli görünümler almıştır (Kayser, Kisra, Kral, Şah/Padişah, Firavun, Sezar, Papa, Sultan, Halife/Zıllullah…) Hammurabi ile başlayan “Hukuk” yapma faaliyeti, Roma İmparatorluğunda geliştirilerek siyaseti nispi olarak sınırlandırmaya başlamıştır.

Yunanlılar, “Demokrasi” yönetim tarzı ile halkın bir kesimini (erkek, hemşehri, hür, erişkin) yönetimde söz sahibi kılmaya çalışmışlardır. 1889’daki Burjuva sınıfının yapmış olduğu devrimden sonra Krallık ve Kilise devrilmiş; yerine halk meclisi/parlamento kurulmuş; önce cumhuriyete, sonra da tedrici olarak demokrasiye geçilmiştir. Milliyetçilik ideolojisinin yükselmesi ile “Ulus-Devlet” yapısı, başat kurum olmuş; “Hukuk”, Burjuva sınıfının ve egemen etnik grubun/dilin hegemonyasında şekillenmiştir. İki Dünya savaşından sonra da Demokrasi, Laiklik, Hukuk Devleti, Kuvvetler Ayrılığı, İnsan Hakları, Avrupa ve ABD’nin kendi içini-evini dizayn eden kavram ve kurumlar haline gelmiştir. Avrupa’da ve Amerika’da siyaset, partiler olarak örgütlenen ideolojilerin veya iktisadi sınıfların, hükumet etme/devleti yönetmesi (Yürütme) olarak tezahür etmektedir. Yargı (Hukuk), siyasetin dışına çıkarılmış; Yasama (Kamusal Hukuk) ise, iktidar ve muhalefetin ortaklaşa/uzlaşı/oylaması ile gerçekleştirdikleri bir süreçtir. Dış politikada ise, egemen olan ilke: “Dost-Düşman” “Makyavelizm”, “Av bulma ve av olmama”dır yani “Tuzak Kurmak (Diplomasi)”dır.

Kur’an, Yemen bölgesinde Milattan önce kurulan Main ve Sebe Krallıklarında uygulanan (27/35) “Şûra”yı Müslümanlara tavsiye etmiştir (3/159, 42/38). Ancak, Müslümanlar, bu ilkeden Kurumsal/Hukuki bir yapı icat edememiş (Dört Halife Dönemi); sonunda civarda olan (Pers-Bizans) krallık yapısını (Saltanat) ve kutsama (Halifelik) faaliyetini tercih etmişlerdir. İslam Dünyasına hâkim olan Araplar, Türkler ve İranlılar tarih boyunca bu yönetim biçimini sürdürmüşlerdir (Emevi-Abbasi, Selçuklu-Osmanlı, Safavi…)

Kur’an, siyaseti emanet, ehliyet/liyakat, adalet/hukuk gibi ahlaki ilkelere bağlar. Buna “Rahmani Siyaset” diyebiliriz. Allah, 610-632 arasında hazır bulunmuş; bu süre zarfında cereyan eden siyasi olaylara-savaşlara müdahale etmiş ve direktifler vermiştir. Bu siyasetin icra edilme şekli de “Şûra”dır. Yani eşitlik. Toplumdaki herkes, sonucu gelip kendine dokunacak toplumsal sorunlarla ilgilenmek, sahaya inmek, elini taşın altına sokmak, sorumluluk almak zorundadır. Böyle de olmuştur.

Emevilerin, Bizans etkisi ile yönetimi Saltanata dönüştürmelerinden sonra; Abbasiler, Pers/İran etkisi ile yönetimi kutsallaştırdılar (Hilafet-Zıllullah). Selçuklular ile “kutsiyet”, kişi kültünden (Halife) “Devlet”e geçti. Türklerin Hakanlarında/Kağanlarında/Hanlarında gördükleri “kut”siyet (“Başın sağolsun”), devlete yeniden İslami bir bağlamda intikal etti: “Kutsal/Âli/Yüce Devlet”. “Hikmet-i Hükumet”. “Ya Devlet başa; ya kuzgun leşe.”

2- SİYASET VE HUKUKUN DOĞASI

Kendini koruma, kollama (güvenlik), geliştirme, zenginleşme olarak siyaset, meşru bir çabadır. Ancak, bünyesinde cehaletle birleşen bir samimiyet, sınırsız güç istenci ve muhaliflerini kandırma gibi “Şeytanilik” potansiyelleri barındırır. Hukuk ise, doğası gereği, bu şeytanilikleri önleme ve sınırlandırma çabası olarak “Rahmanilik” taşır. Hukuk, bu niteliğini insaf, vicdan, adalet, rıza, oydaşma aracılığı ve kurum-kurallarla yapar. Hukukta güç istencinin tezahürü olan kişi kültünün, karizmanın, kahramanın oluşması engellenir. Siyaset, kendini hukuk ve ahlak ile sınırlamadığı takdirde, şeytanileşir. Rahmanilik, siyasette dahi olsa, kendini/gücünü, ahlaki kurallar ile sınırlamaktır (Sünnetullah). Dış Siyasetin alanı, bazen veya daima “Kurtlarla Dans” olsa da; Rahmanilik, “Kurt Kanunu” olarak düşeni yememektir. İç siyaseti, sınırsız güç istencinden korumanın yolu, Anayasa/Hukuktur. Siyaset, dinamik; hukuk, statiktir. Siyasette yapılan hatanın telafisi yoktur. Hukukta ise, daima düzeltme imkânı/potansiyeli mevcuttur. Hukukun kökeni, ahlaktır (adalet idesi); güç istenci ve kişi kültünün egemen olduğu siyasette güç zehirlenmesi, mutlaklık ve tanrılık taslama tehlikeleri oluşur. Avrupa’da “Kuvvetler (Yasama-Yürütme-Yargı) Ayrılığı” ilkesi, bu tehlikeyi bertaraf etmek için geliştirilmiştir.

İslami açıdan Dış politika/Diplomasi, toplum-ülke güvenliğini korumak ve meşru çıkar elde etme faaliyetidir (60/7-9). Dış politikanın bir parçası olan “İstihbarat” faaliyetleri ise, başkalarına tuzak kurmak, av bulmak, avlanmak değil; avlanmamaktır: “Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (2/193). “Ey iman edenler, anlaşmalarınıza titizlikle uyun… Sizi Mescid-i Haramdan alıkoyanlara karşı beslediğiniz kin, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva üzere yardımlaşın; ama, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın.” (5/2). Siyasetin aleni olarak Din (Tanrı-Hakikat) üzerinden dolayımlanması din istismarı, otoriter dogmatizm ve totaliter zorbalık/şiddet doğurur. Dinler tarihi, bunun şahididir. “Rahmani Laiklik”, yaptıklarını makul-mantıklı bir dille maslahat-mefsedet, zaruret-imkân/ibaha, menfaat-mazarrat açısından ahlaki gerekçelerle ortaya koymaktır. Tanrının ve peygamberlerinin yaptığı da budur.

Hukuk, Marxist jargonla siyasal egemenin-sınıfın kadife kaplı sopası olmak zorunda değildir; Hukuk, “bireyin meşru savunma hakkının kolektif organizasyonu…; kişilik, özgürlük ve mülkiyet haklarını korumak ve adaletin hepimize hükmetmesini sağlamaktır.” (Frederic Bastiat. Hukuk. Çev: Y. Arsan-A. Yayla. 2015. Ank. S. 14-15)

3- TÜRKİYE GERÇEĞİ

Osmanlının çökmesi ile kurulan yeni “Ulus Devlet”, rejim olarak “Cumhuriyet” ve “Tek Parti” yönetimi olarak şekillendi. “Hukuk” da bu yapı tarafından şekillendirildi. 1950’lerden sonra çok partili demokrasiye geçişle birlikte siyaset ve hukuk, askeri “Vesayet” tarafından etki altına alındı ve çeşitli “Darbe”ler yapıldı. İki binli yılların başından itibaren, görece siyaset ve hukuk, bağımsızlaştı. 15 Temmuz Darbe girişiminden sonra ise, giderek siyaset güçlendi ve hukuk gerilemeye başladı.

Bir toplumda iç siyasetin yoğunluğu-yaygınlığı, toplumun ihtiyaç duyduğu sosyal-psikolojik, kültürel, ideolojik, kimliksel konsensüsün/uzlaşmanın sağlanamadığının göstergesidir. Teamüllerin, kuralların, kurumların (bürokrasi) egemen olduğu toplumlarda siyasetin rolü ve gündem oluşturması zayıftır. Herkes, kendi işine bakar. Siyaset, toplumu meşgul etmez. Siyasetçiler, kendilerini toplumun en “önemli” kişileri sanmaz.

Devletin cesametinin büyük ve kutsiyetinin olduğu toplumlarda siyaset güç, itibar-çıkar sağlamanın bir yoludur. Mesleği-mahareti ile topluma hizmet edemeyen küheylanlar, siyasete üşüşür. Toplum mühendisliği ile topluma şekil-kimlik vermeye kalkışan ukalalar, devleti ele geçirmeye çalışır.

Osmanlının katı gelenekçi kültür yapısı, devletin çökmesini doğurmuştur. Modernleşmeci İttihatçılar, bir Kültür Devrimi yaparak tarihe tutunmaya çalıştılar. Bu da, toplumda bir kimlik krizi doğurdu: “Laik-Muhafazakâr”. Ulus Devlet ve Milliyetçilik ideolojisi, ikinci bir kimlik krizi doğurdu: “Türk-Kürt”. Kutsal Devlet geleneği, başka bir ihtilaf yarattı: “Gece Bekçisi/Liberal Devlet- Kutsal/Baba Devlet”.

Bugün Türkiye’de Siyasetin yakıcı yoğunluğu, bu arka plana bağlıdır: “Kimlik Siyaseti”. Bu ortamda medeni bir toplum oluşturmanın yolu, Hukuk çerçevesinde siyasal tartışma ve müzakereden geçmektedir. Hukuku dışlayarak salt “siyasal olan”a yoğunlaşmak, barbarlık ve iç savaş potansiyeli taşır.