KIRIK DÖKÜK

Zamanı geldi kırık dökük cümlelere de sitem, kahır, isyan, velhasılı ne çok mesajlar yükledim, ağıtlar sığdırdım ben. Denizin, leş kabul etmeyip sahile sahile vuruşu yok mu ? Nasıl da vuruşuyordum mısralarım arasında İnsan ve İslam leşleri ile…

Bazen ham ve yalın ve bazen tumturaklı idi cümlelerim ama her ikisinde de hedefim belli ve vuruyordum tam on ikisinden alnına alnına. Dişlerim arasında zevk alarak bir sağa bir sola döndürürken,  kan damlaların da ki tat ve lezzet, yolumun anlam ve doğruluğunu muştuluyordu yüreğime.

Dünyanın bütün pislikleri, suç ve günahları ile hem dem olmuş Müslüman(!) kardeşim bir de mihrap benim, minber benim ve tebliğ benim diye  diretmez mi!? Mihrabı miğfer minareden süngü edinmiş göğsüme göğsüme sürgün ediyor sembolik ne varsa.

Oldum olası hep kavgalıydım sahicilik ile arası açık olan ne varsa. Çünkü ben yolun yanlışı ile de mesai yaşamış ve doğruya da revan olmuş birisiyim. Hiçbir zaman meselem olmadı şahsiyetleri. Hem, şahsiyet olarak ortada hedefe konacak zerre ve miskal namına bişey de yoktu…

Büründükleri post insanlık, İslamlık, hakkaniyet ve samimiyet namına ne varsa hepsine sütre (tesettür) olmuş ve gülümserken dişleri göstermek caiz değildir deyişleri yok mu!? Anında elim belime, kılıcım ve hançerime gidiyor ve artık kan beynime beynime pompalanıyordu kalbimce.

Çocukken, yalan söyleyenlerin burnu uzar hikâyeleri esaslı bir yer edinmiş zihnimde. Ne ki bunların ensesinin kalınlaşması, göbeklerinin iriliği, dillerinin kabalık ve uzunluğu, faize endeksli paraları ve şerefleri apışıp kalmama yetip artıyordu. Ve Allah’ın sabrı, aciz ve ucuz sabrım dolayısıyla nutkumu alıp bir hiçe çeviriyordu.

Yaşam kadar ölüm ve kendi düşüncelerim, dünyam, yaşam tarzım ve inançlarım kadar onların ki de saygıya değer değil miydi? Diyenlere, onların ki bir tarz değil yalan, aldatma, kandırma, çalma ve istismar etmenin bir tık ötesi bile değildi…

Bana ihanet ettiler. Aldattılar, yalanlar söylediler. İslam dediler, Müslüman dediler, kardeşlik dediler, Cennet, Cehennem, Ensar, muhacir dediler, sabah namazlarına çağırıp binbir türlü şehadet şarkıları, mısraları fısıldadılar kulaklarıma.

Dayanışma dediler, ülfet dediler, Ayasofya, Filistin, Arakan dediler ve göz pınarlarının en köşesinden ustalıkla sıyırdıkları iki damla gözyaşlarına meze ettiler saf, temiz ve teslim olmaya hazır bütün benliğimi.

Kapılmıştım, inanmış, güvenmiş ve geceleri kıldığım namazlardan tutunda kendi kendimle yaptığım konuşmalarımda bile kulaklarımda çınlayan bütün bu koffik mısralar, marş ve mitoslar eşliğinde ağlama, nedamet ve hayranlık seremonilerim hep yazık ettiğim zamanlarımdı

Uçsuz bucaksız, ele avuca sığmaz hayaller dolayısıyla on binlerce fit üzerine çıkarılmış ve dolayısıyla aklı, fikri, düşüncesi ve özgürlüğü teslim alınmış nice gençler, aslında siyonist çarkın dişlilerine kurban veriliyordu her sabah namazı(!) bilmem ne apartmanların bodrum katlarında.

Aradan koca koca yıllar geçmiş ve görür görmez ısırıyor gözlerim her birini ve bir tekini ıskalamadan. Oysa her birini büyük çok büyük sevmiş, inanmış ve güvenmiştim ve o yüzdendir isyanım, itirazlarım ve düşmanlıklarım da çok büyük.

Onlar beni ve ben onları çok iyi tanırız. Ölüm seansları düzenleyip bedduaların birinin diğerine yetişemediği nefret nidalarına konu edindikleri ben, biliyorum ki ölüm fermanlarının başrol aktörüyüm aynı zamanda.

HEYYY SİYON PİÇLERİ!

Hem dünyaya ve hem de ahirete hazırlık yapıyor ve bileyleniyorum. Sizler enselerinizi, göbeklerinizi, kolejlerinizi, faize endeksli servetlerinizi ve özellikle de eğitim kurumları adı altında zehir kustuğunuz kurumlarınızı genç dimağları aldatıp kandırma iman ve ibadet şuuruyla serdede durun,  ben hep bileyleniyorum.