KONUŞMA-DİNLEME VE GÖRME-KÖRLÜK OLARAK VİCDAN

Günümüzde hem dünyada hem de ülkemizde “söz” değerden düştüğü gibi; dinleme de kendiliğinden değerden düşmüş durumda. Paralel olarak nazar, re’y ve basiret de büyük ölçüde kayboldu. Egemen olan dırdır, gevezelik, malayani, konuşma şehveti, dinlememe ve körlük. Bunların toplamı, vicdanın çürümesi, kararması ve dumura uğraması anlamına gelir.

Konuşma/Söz Söyleme: Vicdanın Sesi

Söz konusu ahlak olunca, konuşma, gevezelik, dırdır, malayani (ya’nisi, kastı, hedefi, anlamı, muradı olmayan), geyik yapmaktır. Boş konuşmaktır. Bu tarz konuşmak, içgüdü ve arzulardan kaynaklanır. Yalan söylemek, sonucu zarar-ziyan, acı, sıkıntı değil de; maslahat doğuracağı istisnai ve zorunlu durumlar hariç, ahlaksızlıktır. Konuşma şehveti, muhataba saygısızlık ve tecavüzdür. Konuşmada asıl olan, münavebedir. Allah, insana iki kulak, bir ağız vermiştir. Bu, iki dinle; bir konuş anlamına gelir. 

Doğru konuşmak, vicdanın sesidir. Doğru söz, hasbi ve muhasibidir. Kaynağı, -Kur’an’a göre- yaratılışta Allah’ın insana üflediği ruh, insanda yarattığı lübb, fuad, nur, kalb-i selimdir. Kur’an, Allah’ın sözüdür (kelime-kavl-hadis). Cebrail vasıtası ile ve Hz. Muhammed’in (s.a.v) aracılığı ile Araplara duyurulmuştur. Kalp, içgüdülerin/arzuların ve ‘fuad’ın ortak merkezidir. Kalp katılaşabilir, taşlaşır, hastalanır, paslanır. 

Yetişkinler için söz “vermek”, sözünde “durmak”, sözün “senet” olması, söz “tutmak” asıldır. Çocuklar için ise, asıl olan sözden “çıkmamak”tır. “Sözleşme”, hukuk olarak, insanları bir arada tutan güven olmadan önce -Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi” teorisi- Allah ile insan arasındaki ahlaki ilişkiyi ifade eder: “Ezeli Misak/Sözleşme” (7/172).

“Söz, gümüş ise; sükût, altındır” sözü, otoriter toplumlarda kategorik bir değer olabilir. Özgür toplumlarda yerine göre söz de sükût da, altın ve gümüş değerinde olabilir. Yunus Emre’nin: “Söz ola, kese savaşı/Söz ola, kestire başı/ Söz ola, ağulu aşı/Bal ile yağ eyleye bir söz” dizeleri, sözün ahlaki değerini ve gücünü ifade eder. “Sözün bittiği yer” ifadesi, sözün kaynağı olan vicdanın çürümesini, kararmasını, dumura uğramasını ifade eder. Özü ve sözü başka başka olmak, ikiyüzlülük ve münafıklıktır. Yapamayacağı şeyi söylemek de doğru değildir (61/2). Sahici sağlam söz, insanı sağaltır, şifa verir. “Kötü söz, sahibinindir.”

Dinleme-Sağırlık

Duyma ve dinleme, birbirinden ayrıdır. Duyma, sözün kulağa çarpmasıdır, biyolojik bir şeydir. Karşıtı sağırlıktır, duyma bozukluğudur. Dinleme ise, söyleneni doğru anlamak için girişilen kasti ve iradi bir eylemdir. Dinleme, ahlaki bir eylemdir. Söylenene “kulak asmak”, “kulak kesilmek”, “kulak kabartmak”, “kulak vermek” gerekir. Kur’an, mü’minlere: “Onlar, sözü dinler ve en güzeline uyarlar” (39/18) tavsiyesinde bulunur. Vahye inanmayanların temel ahlaki kusuru, onu dinlememeleridir. Allah, Kur’an’ı dinlemeyenleri veya dinliyormuş gibi yapanları, ahlaksız olarak niteler ve kınar. (47/16, 8/21, 17/47…) Nuh Tufanı kıssasının anlatılmasının gerekçesini, Kur’an şöyle niteler: “…her uyanık ve duyarlı kulak, onu kavrasın” (69/12). Kur’an’ı dinlemeyenlerin kulaklarında -önyargı anlamında- bir “tıkaç (vekr)” vardır (6/25, 17/46, 18/57, 31/7). Onlar (inanmayanlar), sağırdırlar (2/18, 8/22, 21/45…).

Yazma ve okuma da konuşma ve dinlemenin hükümlerine tabidir. Yazma, ya vicdanın sesidir veya gevezelik, dırdır, malayani, geyik ve laf-ebeliğidir. Okuma da ya yazarın maksadını anlamaya dönüktür, ibret almadır, öğrenmedir veya onu tevil ederek tahrif etmektir. Kitap Ehli, bunu yapmıştır (4/46, 2/75, 5/41). Yazar merkezli yorum (Hermeneutik) yerine, okur merkezli yorum teorisi, bu “tahrif etme” hakkını (haksızlığını) savunur. Bunu da metni “zenginleştirme” olarak görür. Oysa dürüstlük, yazarın “ne dediği”ni doğru anladıktan sonra, kendi diyeceğini yazara dedirtme kurnazlığı yerine; kendini açıkça yazarak ifade etmektir. Yazı da insanı sağaltır; ancak hasta da eder. Yazının şifa-zehir (pharmachon) olma özelliği vardır. Yazının faydası, düşünmeyi kayda geçirmesidir: “Söz uçar; yazı kalır.” Zararı ise, sözün tahrif olmasına sebebiyet vermesidir.

Bakma-Görme ve Körlük

Görme ve bakma aynı değildir. Bakma, baş gözü ile gerçekleşen biyolojik bir olaydır. Nesnelerin göze çarpmasıdır. “Öküzün trene bakması” gibi. Karşıtı, gözün görme yetisini kaybetmesidir, körlüktür. Görme ise, iradi ve kasti bir eylemdir. Nesnelerin ne-idüğünü görmektir. Mikroskop ve Teleskop araçları, görme gücünü artırır. Mecazi anlamda “görme”, akıl ve kalbin işidir. Kur’an’da bu nazar, re’y ve basiret olarak aklın ve vicdanın bir eylemini niteler. Görme (nazar ve re’y), vicdan ile hakikati düşünme ve anlama yerine kullanılır: “Deveyi görmüyorlar mı (yenzurune) nasıl yaratılmıştır?” (88/17). “Hevasını (arzu-heves) ilahlaştıranı gördün mü (e-raeyte)?” (25/43). Basiret ise hem baş gözünün hem de kalp gözünün (fuad) marifetidir. “Bunda basireti olanlar için bir ibret (manidar anlam, öğüt) vardır” (3/13). “Ey basireti olanlar, ibret alın” (59/2). “Allah, size göz, kulak ve kalp verdi ki, şükredesiniz” (16/78).

Mevzu din, iman ve ahlak olunca, körlüğü doğuran vicdanın çürümesi, kararması ve dumura uğramasıdır. Metafor olarak bu durum, karanlık (zulümat) ve körlük olarak nitelenir. “Onların durumu, karanlıkta ateş yakan kimsenin durumuna benzer. Ateş, tam çevresini aydınlattığı sırada, Allah, ışıklarını söndürür ve onlar karanlıklar içinde kalırlar. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler, artık dönemezler” (2/17). “De ki: Kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklar ile aydınlık bir olur mu?” (13/16).” Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun. Çünkü, baştaki gözler değil; göğüslerdeki kalpler kör olur” (22/46)

Sonuç

Günümüzde hem dünyada hem de ülkemizde “söz” değerden düştüğü gibi; dinleme de kendiliğinden değerden düşmüş durumda. Paralel olarak nazar, re’y ve basiret de büyük ölçüde kayboldu. Egemen olan dırdır, gevezelik, malayani, konuşma şehveti, dinlememe ve körlük. Bunların toplamı, vicdanın çürümesi, kararması ve dumura uğraması anlamına gelir. Dijital teknolojinin gelişmesine paralel olarak, yazma ve okuma (kitap) da değerini büyük oranda kaybetti. Korkunç bir görsel ve işitsel enformasyon seli içinde boğulmuş haldeyiz. Çoğunluk, elindeki telefonun içine düşmüş durumda. Fransız düşünürü Jacques Ellul, Sözün Düşüşü adlı kitabında “Söz” alanının imajlar tarafından istilasını, sözün yerini almasını ve egemenliğini anlatır. İnsanlığı kurtarmak isteyen herkesin, öncelikle sözü kurtarması gerektiğini söyler. 

İnsanlığın bu durumunu, şu iki ayet oldukça açık bir şekilde tasvir etmektedir: “Hakikati inkâra şartlanmışlar, dünya zevklerinden yararlanırlar ve sadece hayvanlar gibi yerler (47/12). “And olsun biz, cinler ve insanlardan kalpleri olup da bununla anlamayan; gözleri olup da bununla görmeyen, kulakları olup da bununla işitmeyenlerin gideceği yer cehennemdir. İşte bunlar, hayvanlar gibidirler; hatta, daha da aşağılıktırlar.” (7/179)

Kur’an’ın başından sonuna kadar sıradan sokak insanının tefekkür, taakkul, tezekkür, tedebbür, temmül, tafakkuh, tabbur (feğtebiru) fiilleri ile binlerce kez çağırdığı ve bizi de kurtaracak olan şey, Allah’ın yaratılışta insana verdiği (91/8) veya kendi ruhundan üflediği (15/29, 38/72) vicdanını diri tutmaktır. Etrafına bakmaya (nazar) ve olup biteni görmeye (re’y) çağırmasının nedeni de aynıdır. Zira, iman ve ahlak (din), buradan doğar. Burada da asıl olan, yan gelip yatmak değil; sürekli tetikte-teyakkuzda olmak ve kül yutmamaktır (havfan ve tamaan/rağaben ve rehaben). Bu tutuma da “Takva” denir: Allah’ı dua ile sürekli yardıma çağırmak: “Rabbimiz! Bize hidayet verdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet; şüphesiz sen çok bahşedensin.” (3/8). Bu durumda da kural, ilk adımı insan atar; Allah da misillemede bulunur: “Kör, Allah’a nasıl bakarsa; Allah da köre öyle bakar.”