35,2068$% 0.3
36,7672€% 0.92
44,3202£% 0.7
2.968,33%1,32
4.853,00%0,96
Siyaseti savaş olarak yürütmek, daima güç, iktidar, zafer, güvenlik-kayıp kaygılarını önde tutacağı için; toplumun temel ahlaki-hukuki, kültürel, bilimsel, eğitimsel, sanatsal problemleri ile hakkıyla ilgilenemez. Son 20 yıldır yaşadığımız şey, büyük ölçüde bu minvaldedir.
Siyaset; Aristo, Platon, Kur’an ve Hz. Muhammed, Farabi, İbn Teymiyye ve İbn Haldun… açısından toplum yönetmede “Pratik Ahlak”tır. Aristo, “Demokrasi” ile toplumun bir kısmının ve Kur’an-Hz. Muhammed “Şûra” ile yönetimde toplumun tümünün sorumluluk almasını önerirken; diğerleri, bunu önemsemez. Tek kişi (Filozof, Halife, Kral) de olabilir. Bunun alternatifi olan siyaset tanımı, güç istenci-çıkar maksimizasyonu ve insanları kandırma sanatıdır. Firavunlar ve Krallar, güç istencinin; İslam tarihinde Muaviye, Batı tarihinde Makyavelli, kişisel güç istenci ve çıkarı için insanları “kandırma” anlamında siyaset sanatının pratisyen ve teorisyen örnekleridir.
1. Türkiye’de Siyaset
a) 1923-2000 Arası
Devrimden dolayı Türkiye’de siyaset, bir “Toplum Mühendisliği” olarak başlamıştır. Bu süreç, Tek-Adam ve Tek-Parti (CHP) ile sürdürülmüştür. Mistik bir kültürü haiz olan devlet (“Derviş Devlet” Osmanlı), bu kodların egemenliğinde çöktüğü için; devrimciler, dinsel kodlara ket vurmaya çalışmışlardır. Dinî kurumları (Hilafet-Şeriat ve Tarikat) ilga edip; dini, devletin kontrolü altına almaya çalışmışlardır. Bu durum, dindar kitlelerde derin bir uçuklama ve içerleme yaratmıştır. Devrimciler, çağdaş-seküler bir toplum ve “Ulus-Devlet” kurmaya çalışmışlardır. Devrimciler, davalarında son derece samimi idiler. Kozmopolit, mistik-dinin kontrolünde olan imparatorluk bakiyesi bir demografiden “Milliyetçilik” ideolojisi ile bir “Türk” toplumu ve devleti oluşturmaya çalıştılar. Türk Ocakları, Halk Evleri, Köy Enstitüleri, Şehir Kulüpleri…bu çabaya hizmet eden kurumlardı. Seküler vicdana dayanan bir etik motivasyon, bu süreci idare ediyordu. 1960’lardan itibaren politik hayata ideolojik sol-sosyalist seküler bir vicdan-etik de eklenmiştir.
1950’de kontrollü olarak demokrasiye geçildi. Askeri bürokrasinin “vesayetinde” darbelerle 2000’lerin başına gelindi. Vesayetin arkasında 1945’lerden itibaren Türkiye’yi İngiltere ve Fransa’dan “NATO” dolayımı ile devralan ABD vardı. Muhafazakâr yönetimler, sek-seküler kültür politikalarını yumuşatmaya-gevşetmeye çalıştılar. Bu süreçte seküler vicdan motivasyonuna dinsel hamiyetten gelen sağcı-muhafazakâr dürüstlük (?) de eşlik etmiştir. Bu sağcı-muhafazakârlıkta “Anadolu İrfanı” ile “Şark-köylü kurnazlığı/fırsatçılığı” iç-içe, kol-kola yürümüştür. Olan her türlü politik “olay”, ABD’nin kontrolü ve gözetiminde olmuştur. 1980-2000 arasında Türkiye’nin küresel kapitalist sisteme eklemlenmesi ile (T. Özal-ANAP) vicdana yaslanan seküler etik ile muhafazakârlıktan gelen -az da olsa- dinsel hamiyet de ciddi düzeyde buharlaştı (merkez sağın çöküşü). Katı muhafazakârlığın (Millî Görüş) -para ile tanışma arzusu ve hasreti, diğerleri ile aynı olsa da-; İstanbul başta olmak üzere, Anadolu’daki belediyelerdeki “Hizmet” başarısı (R. T. Erdoğan ve arkadaşları), 2000’lerden sonra siyasi hayatta tekrar siyasal umut haline geldi (AK Parti). 2003-2010 arası, toplumun tümünü kucaklayan bir performans ortaya kondu.
b) 2000 Sonrası Siyaset ve Başlıca Motivasyonları
Birinci husus, Muaviye’nin başlattığı siyaseti “kurnazlık/tuzak kurma” olarak icra etmek, Sünniliğin siyasal tarihini baştan sona kadar -ana hatları ile- keser. Peygambere atfedilen “El- Harbu, hud’atun=Harp, hiledir” hadisi, Sünni teori tarafından siyaseti “harp ve kurnazlık” olarak algılamayı doğurmuştur. Oysa, hadis, o günlerde vuku bulan fiili savaşlar ile ilgilidir ve doğrudur. Savaştaki taktik ve stratejiyi ifade eder. 2010’lardan itibaren de Türkiye’de muhafazakâr siyaset, The Cemaat (Hizmet Hareketi) ve siyaset (AK Parti) koalisyon halinde siyaseti, aleni bir demokratik “yarış” olmaktan çok; “Harp ve Hile (Takiyye)” kabulü/mantığı olarak sürdürmüştür. Türkiye’nin kuruluşundaki kültürel devrim (kurucu-şiddet), zamanla muhafazakâr siyasette “savaş ve kurnazlık” psikolojisini tekrar türetmiştir. Muhafazakârların kavga şairi N. F. Kısakürek, bu savaş psikolojisini, bir beytinde şöyle dile getirmişti: “Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes/Ey kahpe rüzgâr! artık ne yandan esersen es.” Siyaseti savaş olarak yürütmek, daima güç, iktidar, zafer, güvenlik-kayıp… kaygılarını önde tutacağı için; toplumun temel ahlaki-hukuki, kültürel, bilimsel, eğitimsel, sanatsal problemleri ile hakkıyla ilgilenemez. Son 20 yıldır yaşadığımız şey, büyük ölçüde bu minvaldedir.
İkinci bir husus, Osmanlıdaki mülkiyet-devlet ilişkisi (mülkün devlete ait oluşu) miras olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne geçtiği için; siyaset, Batı’da olduğundan çok daha fazla “iktisat” ile iç-içedir. Yani iktisadi faaliyet, bireylerde-toplumda olduğundan (özel sektör) daha çok, devlet ve siyasetle ilgili bir kategori olmuştur. Siyasetin, Türkiye’de her şeyden (hukuk-bilim-sanat, din-ahlak) daha fazla önemli olması, bundan dolayıdır. Rahmetli iktisat tarihçimiz S. F. Ülgener, bu konuyu şöyle izah eder: “İnkâr edilemez ki, konak ve malikâne hayatında yahut yüksek payeli (rütbeli) devlet memurlarının elinde biriken servet/zenginlik (para-mal-mülk), sabırlı bir tasarruf sonunda birikmiş veya yoktan var edilmiş (kazanılmış-İG) değil; bilakis, mevcut bir servet yığının, başkasından alınması, yani sadece el değiştirmesi suretiyle meydana çıkmıştır. Mal ve servet ile içtimai paye ve mevki, -öyle görünüyor ki- yan yana yürüyen, biri diğerini tamamlayan iki faktör vaziyetindedir. Refah seviyesi, emek ve istihsal (üretim) ölçüsü ile değil; belki muhtelif sınıf ve zümrelerin üst-üste tabakalandıkları ehramın (piramidin) kaide (taban) ve zirvesine yakın bir noktada yer almak sureti ile tayin edilir. Muazzam servet yığınlarının, uzun zaman tüccar ve müteşebbisten ziyade, siyasi iktidar ve nüfuz sahiplerinin elinde toplanmış olması, bunun en açık delilidir.” (Sabri F. Ülgener, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, İst. 1981. S. 177).
Bu bağlamda, Osmanlı’dan intikal etmiş hazine arazileri hayli zengin bir ülke olan Türkiye’de, siyasi kadroların “kupon araziler (arsa-emlak)” üzerinden bir “İnşaat/Rant Ekonomisi” yürütmeleri, anlaşılmaz değildir. Siyaset adı altında yürütülen “iktisat” faaliyeti, üretim ve katma değer yaratmaktan ziyade; kendi bedeninin etini yemek anlamında bir “gelir transferi” faaliyetidir.
Türkiye’de emek, hizmet, üretim, icat çıkarma ve ticaret gibi “gerçek ekonomik” faaliyet yanında; döviz kuru, borsa, emsal/inşaat, bitcoin, altın, faiz, şans oyunları, uyuşturucu kaçakçılığı… gibi “Beleş=Bi-la-şey”, yani gerçek ekonomik nesnesi olmayan, havadan/spekülatif para kazanmanın ve harcamanın (“Haydan gelen, huya gider”) yaygınlaşmasının tarihi-genetik bir geçmişi vardır. Özel sektörün yürütmekte olduğu ekonomik faaliyetleri yasal olarak onaylaması gereken bürokrasinin kapısında “aracılık” adında yeni bir “iş kolu”nun türemesi de, bu tarihi-politik arka planla ilgilidir. Bu arada, siyasetle iç içe olan mafyöz ilişkileri de anmak gerekir. Hasılı, muhafazakâr tabanın, seçtikleri siyasiler hakkındaki: “Çalıyorlar; ama, çalışıyorlar” mottosu, kendilerinden olmayanların ve kendilerinin tanımı ve onamasını ifade eder.
Üçüncü bir husus, Türkiye’de siyasetin sığlaşmasının ve eğitimin, üniversitenin-bilimin, sorgulamanın, hiyerarşinin değersizleşmesinin önemli nedenlerinden biri de “Çağın-Ruhu (Zeit-Geist)” olan “Post-Modern Durum” dur. Aklın, bilimin, Pozitivizmin, her türlü asalet hiyerarşisinin ve otoritenin/ortadoxinin reddedilerek “Her şey gider” veya Nasreddin Hoca’nın deyimi ile “Sen de haklısın” tutumunun yaygınlık kazanmasıdır. Bu durum, herkesin her şeyi bildiği zannı/vehmi olarak “Enformatik Cehalet”tir. “Post-Truth=Doğruluk Ötesi/Hakikatsizlik” çağı olarak da nitelenen bu dönemde; gerçeklik, alabildiğine çoğaltıldığı ve büküldüğü; buna ilave, narsist bir benlik duygusu eşlik ettiği ve Tanrı-Baba-Toplum-Otorite-Hukuk (Utanma) etkisini yitirdiği, daha doğrusu, hakikate ilişkin ölçü/mihenk/mısdak zayıfladığı için; siyasette “söz verme (muhalefet)” ve “söz tutma (iktidar)” da zayıflamış durumda: “Günümüzde algı, sonsuz dijital ağda oradan oraya atladığından; (Mantıkî-Ahlaki-İG) çıkarsamaya varmaktan acizdir. Kendini tümüyle dağıtmıştır. Çıkarsamayı, düşünce dolu (contemplative) bir çaba becerebilir sadece. Gözleri kapamak, çıkarsamayı temsil eden bir harekettir. Resimlerin ve enformasyonun hızla değişimi gözleri kapamayı, düşünce dolu bir çıkarsamayı imkânsız kılar. Akılcı her şey, bir çıkarsamaysa; “Big Data” çağı, akıldan yoksun bir çağdır.” (Byung-Chul Han, Psikopolitika. Çev: H. Barışcan. İst. 2019. S. 77)
Böyle bir ortamda Sayın Cumhurbaşkanımız: “Ben, bir iktisatçıyım”, “Faiz sebep; enflasyon, sonuç” diyebildi (Nebati yaklaşım). İş çıkmaza girince de, hiçbir şey olmamış gibi, “Rasyonel/Bilimsel Ekonomi”ye (Şimşek yaklaşım) geri dönülebildi. “Dün, dündür; bugün, bugündür” ultra gerçekçiliğinden (!), “Dün aktı, bugün kara” ilkesizliğine varmış durumdayız.
Bu seneki üniversite sınavlarında sorulan 40 tane matematik sorusuna Türkiye ortalamasında sekiz doğru cevap verilmesi; 40 fen bilgisi sorusuna ortalama dört doğru cevap verilmesi…; yüz bin öğrencinin “0” puan çekmesi de, post-modern/post-truth durumun eğitimdeki sonucu veya semptomlarındandır. Geleneksel “ustalık” ile birlikte, modern “meslek”ler de yok olmaya yüz tutmuş; herkesin, her şeyi yapabileceğine inandığı/kendini layık gördüğü sekter/sapık bir aşamaya geçilmiştir. Üniversitelerin sayısı artırılarak, içine düşürüldükleri bilimsel performans durumu, bunun başka bir tezahürüdür. Market-mağaza zinciri mantığı ile “Her ile bir üniversite” projesi, “üniversite”yi bitirmiştir.
2. Türkiye’de Muhalefet
Türkiye’de 1950’lere kadar demokrasilerdeki anlamı ile legal “Muhalefet” yoktu. Çünkü demokrasi yoktu. Yeraltına çekilmiş/illegal bazı tarikat ve cemaatler vardı. 1950’lerden itibaren de 2010’lara kadar gerçek-demokratik anlamda “Siyasi” iktidar da yoktu. Askeri bürokrasinin kontrolünde “Vesayet” rejimi vardı. İktidarın güç/zorla elde edildiği ve “muhalefetin” isyan-fesat-zındıklık olduğu bir tarihten geliyorduk. Görünürde demokrasilerdeki “İktidar-Muhalefet Oyunu” oynanıyordu. Sosyalist sol ideoloji, 1960’lardan 1980’lere kadar “legal-illegal” bir muhalefetti. CHP, demokrasiye geçildikten sonra kendini dünyanın ve Türkiye’nin yeni koşullarına göre yenileyemediği için, “Katır Kuyruğu (Ne uzar-ne kısalır)” mesabesine düştü. Oysa, kendini Avrupa’daki “Sosyal Demokrat” partilere benzer bir duruma getirseydi; demokrasinin “iktidar yarışı” oyununda gerçek bir “Muhalefet” rolü üstlenebilirdi. Buna, 70’li yıllarda “Ortanın Solu” ideolojisi ile yaklaştı; sonra tekrar gericileşti. “Atatürk-Çağdaşlık-Laiklik” sembolik kapitallerini tepe-tepe kullanmak, bunlardan geçinmek, tek başına bir siyasal “ideoloji” veya “parti” olmak anlamına gelmiyor. CHP’nin son genel başkanı, partinin muhafazakâr kitlelere karşı tarihte reva gördüklerini telafi etmek için “Helalleşme” diye bir öz-eleştiri tutumu benimsemişse de; genel olarak parti, Türkiye’yi kucaklamaktan öte, bir “köşe kapma” oyununa ve mezhep kliğine kaymıştır. Onca yenilgi, partide görev bırakmayı gerektirmiyorsa; post-modern durumda “Kayıp-Başarı”, “Onur-İstifa” kriterleri buharlaşmış demektir.
Son 20 yılda iktidarın, giderek devlet gücü ile aynılaşması, siyasetin “savaş” mantığı ile yürütülmesinden dolayı; muhalefetin silah-teçhizat (ideoloji) gücünden öte; irade gücünü hayli zayıflatmıştır. Fransız filozof A. Badiou’cu anlamda legal-illegal yönleri ile politik bir “olay” olan “Gezi Olayı”nı dışarda tutarsak; demokrasinin aparatları olan sendika-grev, protesto-gösteri, nümayiş ve mitingler (şimdilerde İsrail’de ve Fransa’da olduğu gibi), “Muhalefet” göstergesi olarak yok olmuş-edilmiş durumdalar. Siyaset iddiası/ısrarı/ideolojisi, programı/kimliği olmayan; prestij-para, makam-mevki peşinde koşan, kibir küpü, kifayetsiz muhterislerle dolu.
Milliyetçi-mukaddesatçılık ve dinsel mağduriyet, Türkiye’de -vesayet döneminde- siyasette iktidar olmanın “muhalif” ideolojik payandaları olarak hayli “iş” gördü; -sanal da olsa- “iktidar” çıkardı; “ekmek” yedirdi. Tek başlarına zayıflayınca, sonunda birlikte “Cumhur İttifakı” olarak tekrar “işe yaradı”. Türkiye’de 20 yıldır iktidar olabilecek alternatif bir parti ve program geliştirilemedi. Türkiye’nin içinde bulunduğu entelektüel/düşünsel ve etik kapasite buna yetmedi, yetmiyor. Türkiye’de siyaset (iktidar veya muhalefet olarak) Ülke/Toplum/Vatan “için/uğrunda” bir “dert/dâva”, amaç/gaye olmaktan ziyade; kişisel veya grupsal iş-çıkar, makam-mevki, prestij-itibar için yapılmaktadır. Partiler, şirket; üyeler, ortak; seçmenler, yatırımcılar veya oyunu salt-kişisel menfaat karşılığı “veren” çıkarcılar durumundadır. İstisnaları var tabii. Özetle, merhum şair Abdurrahim Karakoç’un “Vasiyet” adlı şiirinde dediği: … “Ölürsen de, hak yeme; hak yedirme/Aka kara, karaya ak deme/ Adaletten ayrılırsa mahkeme/ Bir hâkime, bir de kanuna tükür…” dediği “idealizm/ideoloji” günleri geride kaldı. Artık, post-modern (ve de post-İslamcılık) bir durumdayız: “Her şey gider/geçerli.”
3. Türkiye’de Devlet Adamlığı
“Devlet Adamı”, -ideolojik tutumundan bağımsız olarak- kendi egosu-ihtirası/güç istenci, çıkarı için çalışan değil; kendini toplumuna, devletine, ülkesine adamış siyasetçi demektir. Devlet adamı, kendi siyasal iktidarından olma pahasına, ülkesi/toplumu ve gelecek kuşaklar için -yakın vadede acı-zarar verse de-, doğru olanı söylemekten ve yapmaktan çekinmeyen siyasetçi demektir. Dünyadan örnek vermek gerekirse: M. Gandi, M.A. Cinnah, N. Mandela, A. İzzetbegoviç, W. Churchill, F. Castro, Y. Arafat… birer “Devlet Adamı”dırlar. Türkiye’ye gelecek olursak: M. Kemal ve İsmet İnönü için bu sıfat rahatça kullanılabilir. Rahmetli Menderes, Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş için de bu sıfat, -belli ihtiraz kayıtları ile- kullanılabilir. Sonrası için Türkiye’de bir “Kaht-ı Rical=(Devlet) Adamlığı Yoksunluğu” yaşanmaktadır. Hepsi, kurnaz; yani “siyasetçi”
GÖRÜŞLER!