39,7257$% 0.16
45,8826€% 0.2
53,5046£% 0.1
%
%
31 Mayıs 2025 Cumartesi
Birer “Hukuk Devleti” olan Anayasal demokrasilerde “Parti”, devleti yönetecek “Hükümet”i oluşturacak ve politik yelpazede Sağ-Milliyetçi-Muhafazakâr, Sol-Sosyalist, Sosyal Demokrat, Merkez-Liberal ideolojilere sahip örgütlü bir toplumsal formasyondur. Motivasyonu ise, topluma hizmet (Honorial Duty) olabileceği gibi; temsil ettiği kitlenin sosyal, hukuki, kültürel, ekonomik çıkarlarını –hukuki çerçevede- korumak ve geliştirmek de olabilir. Avrupa demokrasilerinde partiler, büyük ölçüde böyledir. Türkiye’de de demokrasiye geçtikten (1950) sonra böyle partiler kuruldu, iktidara geldi ve ülkeyi yönettiler. Türkiye’nin Avrupa’dan farkı, “Devrim” ile kurulduğu ve imparatorluk bakiyesi çoğul bir demografiye sahip olduğu için, partiler, ülkenin sosyal-kültürel ve ekonomik sorunlarını çözmeye dönük düşünsel, teorik, ideolojik olmaktan çok; “seküler/çağdaşçı”, “dinsel” ve “etnik” ağırlıklı “kimlik” siyaseti yapıyorlar.
Türkiye, Endüstri devrimini kaçırdığı ve Tarımda da makinalaşmaya geç kaldığı için, Osmanlı imparatorluğundan beri ekonomik hayat, üretim, emek, kazanç ve teknolojik bir proses olmaktan çok; “Politik” bir kategoridir. Yani fakirlik ve gelir dağılımı sorunu olan bir ülkedir. Böyle ortamlarda, “Parti”, siyasal-ideolojik bir kategori; üyeleri de “partizan” veya “militan” (Türkiye bağlamında bir zamanlar olduğu gibi: Mücadeleci, Ülkücü, Devrimci, Akıncı, Mücahit, Islahatçı…) olmaktan çok; parti, ekonomik bir kategoriye (şirket), üyeler de iş/rant alan-veren, iş-memuriyet bulan ortaklara dönüşür. Parti, -büyük ölçüde-çıkar ilişkisine dayanan bir “Biz”e dönüşür. İktidar olmak, nüfuz hırsızlığının aracına dönüşür: “Bal tutan, parmağını yalar.” “Rüşvet” ve “Yolsuzluk”, norm haline gelir: Şık şık eden nalçadır; işi bitiren akçedir.” “Varsa pulun, olurum kulun; yoksa pulun, kapıdır yolun.” “Selam verdim, rüşvet değil deyü almadılar” (Fuzuli). “Biraz da biz ölelim”, “Çalıyorlar; ama, çalışıyorlar”.
Doğuşu itibari ile ve sosyolojik olarak “Tarikat”, Selçuklu ve Osmanlı toplumlarında oluşmuş, pür/salt dinsel (takva, züht, riyazet) bir oluşumdur. Osmanlının ortalarından itibaren “Politik” ve “İktisadi” bir veçheye bürünmeye başlar. Tarihçi-akademisyen Zekeriya Işık, kaleme aldığı “Tekkedeki İktidar” (Konya. 1017), “Şeyhler ve Şahlar” (Konya.2015) ve “Devlet ve İktidar” (Konya.2016) adlı çalışmalarında müdellel olarak bu yapıların illegal olarak siyaset ve iktisatla olan ilişkilerini inceler. Devrimle birlikte yasaklanan bu yapılar, yeraltına çekilerek faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. 1950’den sonra da yavaş yavaş su yüzüne çıkarak sağ iktidarlar ile simbiyoz ilişkilere girmişlerdir. 2000’li yıllardan sonra da tamamen politikleşerek iktisadi holdinglere dönüşmüşlerdir. Din, -büyük ölçüde- politik ve iktisadi mevzi kazanmak için “istismar” aracına dönmüş durumdadır. Kişi kültüne (şeyh, veli, kutup, gavs…) bağlı bu yapılar, sorumluluğunu müdrik fertlerden oluşan, akli ve düşünme kapasitesini kullanabilen bireylerden oluşmuş Müslüman toplum (ümmet) veya modern toplum (Cemiyet) oluşturmanın önünde birer engeldir. Bunlara demokrasilerdeki “Sivil Toplum Kuruluşları (NGO)” gözü ile bakmak, yanlıştır. Tarikatın Sosyolojik gerçekliği, teolojik ve ahlaki tartışmalılığını engelleyen bir gerekçe oluşturmaktadır. Bu sosyoloji, demokrasinin bir unsuru olan “Parti”yi de kendine benzeterek Türkiye’de etkinliğini sürdürmektedir: Halife-Sultan/Padişah kodu, Şeyh-Gavs kodu ile birleşince, kişi tapınımı kültü-kültürü-karizması doğmaktadır: “Balık, baştan kokar.”, “İmam,…..sa; çemaat…”, “Başın sağolsun”, “Baş, başa bağlıdır.”…
Cemaatlere gelince, devrimden sonra dinin halı altına süpürülmesine aksülamel olarak ortaya çıkmış, halkın dini ihtiyaçlarını karşılayan oluşumlardır. Başlangıçta, hepsi fedakârlığa dayanan pür dinsel oluşumlardır. 1950’lerden sonra, onlar da giderek politikleşerek Sağ iktidarlar ile simbiyoz ilişkiler geliştirmişlerdir. Bunların en meşhuru olan “The Cemaat” iki binli yıllardan itibaren Şi^, nitelemesi ile “Takiyye”; Sünnî nitelemesi “İlm-i Siyaset” yolu ile politikleşerek, holdingleşerek beraber yol yürüdüğü seçilmiş meşru iktidara “Darbe” vurmaya kalkıştı (15-Temmuz). Diğerleri de, hala politik ve iktisadi faaliyetlerini sürdürmeye devam ediyorlar.
Devlet hesap-kitap, hukuk-kurum, şeffaflık ve denetle(n)medir. Mafya ise, Hegel’in “Köle-Efendi Diyalektiği”ni izah etmek için söylediği: “Çatışmada/savaşta yaralanmayı ve ölümü göze alan “Efendi”; bunu göze alamayan, “Köle” olur” prensibi gereği, şiddete dayalı, illegal olarak yaratılmış karanlık bir karizma üzerine kurulur. Mafya veya çete ile “Devlet”i birbirinden ayıran temel husus, Devlette şiddet kullanımının hukuka bağlanmasıdır. Devlet, yasaya bağlı olarak hareket eder; yaptıkları, hukuk kurumları tarafından denetlenir. Mafya ise, illegal olarak “Racon keser.” Türkiye’de uzun süreden beri siyaset ve iktisat alanlarında mafyöz ilişkilerin oluştuğu gözlemlenmektedir. Meşhur mafya grupları ve liderlerinin isimleri, kamuoyu tarafından bilinmektedir. Son dönemlerde hukuka olan güvenin azalmasına paralel olarak, çeteleşmelerde ve bireysel/kişisel sokak infazlarında artış gözlemlenmektedir.
Marxist Felsefe, siyaseti, ekonomik “Sınıf Çatışması” olarak görür. Felsefe ve Din ise, siyaseti genellikle “Pratik ahlak” olarak niteler (Platon, Aristo, Farabi, Kant; Hristiyanlık, İslam). Demokrasi teorisyenleri ise, ekonomik ve etik kaygıyı eşit düzeyde uzlaştırmaya çalışırlar. İslami açıdan siyaset, toplumun tümünün sorumluluğu olarak “adaleti ayakta tutmak” (4/235,5/8); kamu işlerini deruhte eden kişiler için de bu işleri birer “emanet” (4/58) olarak görmek ve ona ehil/liyakat sahibi olmaktır. Halkın güvenlik, huzur ve refahını deruhte etme çabasıdır. Demokrasi ve Parti, siyasetin Güç İstencine yaslı Şeytansı doğasını, “Ehven-i Şer” olarak konsolide etmeye çalışır. Demokrasinin, “fazilet”i ortaya çıkarmak için elverişli bir aparat olduğu doğrudur. Ancak, rezil insanlar tarafından içi her türlü boşaltılabilir. Avrupa ve Türkiye’nin demokrasi tarihinde bunun çokca örneklerini bulmak mümkündür.
“Şu dağınık müşahadeleri birbirine ekleyerek, umumi bir neticeye varmak mümkündür: Servet, her şeyden evvel politik bir kategori olduğuna göre; gelir dağılımında gündelik maişet haddini aşan bir pay sahibi olabilmenin en emin ve kestirme yolu, üst kademelerden birine çıkmak; yahut daha kolayı, oradakilere intisap (yalakalık-yanaşma-İG) etmektir.”
Yazıya ser-levha yaptığım bu iki “Atasözü”, Osmanlı-Türk Teo-Politik iktisadının özünü ele verir: Din İstismarı/Ganimet Ekonomisi. Birinci söz, çalmanın büyüklüğünü/cesametini ve çalınanın aidiyetini (din) gösterir iken; ikinci söz, ganimetin, kimin adına alındığını (Hayy) ve kimin adı(Hu) kullanılarak israf edildiğini ima eder. Örneğin: “Vakıf” kurumu, özünde özel mülkiyeti kamu hizmetine tahsis etmek iken; Osmanlı’da ve Türkiye Cumhuriyetinde –büyük ölçüde- kamuya ait mülk, mal ve menfaati özele transfer etme pratiğine kaymıştır. Verilen ihale karşılığı çift minareli cami “rüşveti”, ikinci bir “Minare Kılıfı” örneğidir.
Önce Araplar, sonra da Türkler’in İslam ile ilişkileri, “Tebliğ ve İrşat”tan ziyade, “Fütuhat ve Ganimet” ilişkisi olmuştur. Kur’an’ın nüzulü dönemindeki meşru savaşlarda bir yan ürün olarak meşru görülen “Ganimet”, Hz. Muhammedin ölümünden sonra giderek asıl gaye, amaç, hedef haline dönüşmüştür. “Fütuhat” kavramı, Kur’an’daki (Fetih Suresi-Hudeybiye Anlaşması) İslam’ın yayılması için anlaşma ile kapı açma anlamından, Arapların şedit, çapulcu ve kabileci doğalarının politik praxisine evrilmiş; “Ganimet” güdüsü ise, bunun yakıtını sağlamıştır. İslam ile müşerrefe olan Türkler ise, “Asker-Göçebe” doğaları ile politik hakimiyet mefkurelerini “Nizam-ı Alem” ve “Kızıl Elma” kavramları dolayımı ve İslam yakıtı ile “Gaza”ya dönüştürmüşlerdir. Gaza da, doğrudan ganimet getiriyordu. Saltanat rejiminde “Devlet”, din ile dolayımlandığı (Hilafet) için; Sultan da (Vezir ve siyasi bürokrasi dahil), din ile dolayımlanıyordu. Bu durumda mülk olarak toprak ve hazine de, “Herkes”in değil; “Hiç kimse” nin yani “Allahlık” oluyordu. Bu da, Sultana veya Halifeye –Zıllullah olarak- mülkü istediğine “Arpalık” veya “Miri Malı” olarak “peşkeş çekme”; hazineyi de, “Talan etme” imkânı tanıyordu. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’ın “Kamu malı”na karşı belli bir hassasiyet gösterdiklerini ayrı tutmak lazımdır. Bu arada kamu malının, “Tüyü bitmemiş yetimin hakkı” veya “Kul hakkı” olduğu da,- edebiyat olarak- dillerden düşmüyordu.
İktisat tarihçimiz rahmetli Sabri Ülgener, “Din, İslam, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlakı” ve “İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası” adlı çalışmalarında Osmanlı döneminde siyaset, iktisat ve din arasındaki ilişkileri dikkatli bir şekilde analiz etmiştir. Siyaset ile iktisat arasındaki ilişki bağlamında şöyle diyor: “İnkâr edilmez ki, konak veya malikâne hayatında yahut yüksek payeli devlet memurlarının elinde biriken servet, sabırlı ve devamlı bir tasarruf sonunda üremiş/üretilmiş, yoktan var edilmiş değil; bilakis, mevcut bir servet yığınının başkası sırtından (elinden-İG) alınması, yani sadece el değiştirmesi suretiyle meydana çıkmıştır. Mal, servet, içtimai paye ve mevki -öyle görünüyor ki- yan yana yürüyen, biri diğerini tamamlayan iki faktör vaziyetindedir. Refah seviyesi, emek ve istihsal ölçüsü ile değil; belki muhtelif sınıf ve zümrelerin üst üste tabakalanmaları, içtimai ehramın (piramit) kaide veya zirvesine yakın bir noktada yer almak sureti ile tayin edilir…” (Ülgener, İktisadi Çözülmenin ahlak ve Zihniyet Dünyası. İst. 1981. S. 177) …”Şu dağınık müşahadeleri birbirine ekleyerek, umumi bir neticeye varmak mümkündür: Servet, her şeyden evvel politik bir kategori olduğuna göre; gelir dağılımında gündelik maişet haddini aşan bir pay sahibi olabilmenin en emin ve kestirme yolu, üst kademelerden birine çıkmak; yahut daha kolayı, oradakilere intisap (yalakalık-yanaşma-İG) etmektir.” (Ülgener, a.g.e, 178.). “Türklerde üst tabaka, göçebe karakterinden çok şeyler muhafaza etmiştir. Türk köylüsü, tipik bir köylü olduğu halde; şehirli, şehir iktisadına yabancı bir efendi tabakası, bir muharip ve memur kastı vücuda getirmiş; kibirli, kazanma ve çalışmaya fazla ehemmiyet vermeyen, iş hayatını hor gören bir sınıftır.” (Ülgener, a.g.e. 201). Osmanlıda Yahudilerin Bankerlik, Kuyumculuk, Tüccarlık; Ermenilerin Mimarlık, Zanaatçılık; Rumların, Esnaflık yaptıkları bilinmektedir. Türkler ise, genellikle Çoban, Manav Rençber/Çiftçi ve Asker (Yeniçeri) idi. Ülgener, “Din/İslam/tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlakı” adlı çalışmasında da Osmanlıdaki Tasavvuf-Tarikat örgütlenmesinin, Devletin iktisaden çözülmesinde ve çökmesindeki olumsuz ahlaki rolünü analiz eder. Günümüzden örnek vermek gerekirsek, Menzil Tekkesinin(çorba), Holdingleşmesinin Politik-iktisadının teolojik genetiği; Ve 34 GVH(Gavs Hazretleri) pilakalı çakarlı aracı ile güvenlik şeridini ihlal eden bir müridenin pratiği.
Cumhuriyet dönemi toplumu, bu kültürel arka planı, genetiği olduğu gibi miras olarak devralmıştır. Kılıç elden düştüğü; “Tüfek icat oldu, mertlik bozulduğu” için, ganimet güdüsü, kendi bedenine yönelmiş; kendi etini yemeye başlamıştır. Cumhuriyet kadroları, rasyonel endüstri toplumuna, ekonomisine geçiş için bir düzine adım atmışlardır. Ancak, şuuraltındaki “ganimet” kodu, fazla geriletilememiştir. Tek Parti döneminde Ekonomi, Ülgener’in dediği gibi, hâlâ/büyük ölçüde “Politik bir kategori” olarak kalmıştır. İcat çıkarmaya/teknolojiye, emeğe, üretime, endüstriye/sanayiye dayalı modern bir ekonomi oluşturulamamıştır. Ganimet genetiği, seküler-muhafazakâr ayrışmayı yanlamasına keserek devam edip sürmüştür. Muhafazakâr halk, destekledikleri iktidar için: “Çalıyorlar; ama, çalışıyorlar” yargısını üreterek “ehven-i şe”re tav olmuştur. Devlet aygıtı, “nüfuz hırsızlığının” makinası olmuştur (“Bal tutan, parmağını yalar”) ve halk, buna razı olmuştur. Bu güdü, Kartal güdüsü değil; Çakal güdüsüdür: Çökme, kapma, vurgun, mafya, çalma. -Silah teknolojisi-Selçuk Bayraktar hariç- “Üretim” yapanlar, adetâ cezalandırılmaktadır. Bir bardak çayın, yüz metrelik bir mesafe içinde 15tı ve 100 tl olması, orada artık “fiyat/ücret/paha” diye bir normun kalmadığını; aleni “vurgun”un norm haline geldiğini; hatta şikayet ettiğimiz “Hır-sızlık”ın yani “gizliden alma”nın da kalmadığını gösterir. Fason/merdiven-altı mal üretiminde, Çin ile yarışırız. Avrupalıların, “Dünyada Balı iki topluluk üretir: 1- Arılar, 2- Türkler” sözü, doğrudur. Süte su katma(tağşiş) ikinci tabiatımız haline geldi.
Son yirmi beş yılda Ekonominin “inşaat/rant”a dayanması, devlete ait toprağın ve özel mülkiyete ait tarlaların, “emlak” ve “arsaya (ranta)” dönüştürülerek ve “Emsal” ile de hava/gök (ufuk-güneş-rüzgâr) gasp edilerek para kazanmaktır. Sermaye, -Osmanlıda olduğu gibi- siyaset yolu ile el değiştirmektedir. Diğer taraftan, “Gecekondu” ile kamu arazisini gasp eden köy-taşra kökenli yurttaşlarımız, göğü (minareyi) çalan siyasetçiler ve müteahhitler sayesinde, “Kat Karşılığı” havadan para kazanmaktadır. Şehirlerdeki “Mahalleler ve “Çarşı-Pazar” -ki Müslümanlığın icabı olan komşuluğun ve sosyalleşmenin tezahür mekânlarıydı- TOKİ ile yok edildikten sonra; köyler, mahalleye dönüştürülerek imara/ranta açıldı. “Kanal İstanbul” projesi de böyle bir rant projesidir. Hâsılı, Türkiye’de iktisat, politik bir kategori olarak hâlâ siyasete bağlıdır. Halkımız, hırsızlığa karşı değildir; çalınanın, kendisiyle paylaşılmamasına karşıdır. Türkiye’de depremlerin yüksek sayıda ölüme ve ağır seviyede yıkıma dönüşerek “felaket” ile sonuçlanmasının nedeni, halkımızın, müteahhitlerin, Belediyelerin ve siyasi erkin müşterek ve müteselsil hırsızlıklarıdır. Suçu ve sorumluluğu da, utanmadan götürüp Tanrının üstüne atarlar: “Kader”. Muhafazakârlar, hırsızlığı “Kitabına uydurarak” ve “Hile-i Şeriyye” ile çalacakları minareye “Fetva” ve “Kanun” ile kılıf uydurarak yaparlar: Kurul üyeliklerinden dört-beş maaş, iş yapmadan-işe gitmeden “Kızakta” kalarak maaş alma…vs. Sekülerler, çalma işini ellerine-yüzlerine bulaştırırlar. Diğerleri kadar profesyonel(“kitabına uydurm”a) değildirler.
“Kentsel Dönüşüm” adı altında Fikirtepe’de (İstanbul) inşa edilen –benzerleri Ankara ve Bursa başta olmak üzere metropollerde de mevcut- “Beton Ormanı”, Türkiye’de halkı ve siyasetçisi ile nasıl bir şehir, ev/mesken/mekân, insan(medeniyet) anlayışına sahip olduğumuzun kanıtıdır: Korku filmi gibi, barbarlık.
Hırsızız, çünkü fıtrî-kültürel olarak genlerimizde var( konma, kapma, ganimet, çökme-çökertme); daha sonradan da bunu, teoloji ile dinselleştirdik. İtikat(“iman” değil) ve ibadet(“ahlak” değil) ile oluşturduğumuz bir “Din” ajandası ile hırsızlık yapıp haram yiyoruz. İmanımız ve/veya ahlakımız olsaydı, tammuden veya kılıf uydurarak(“Kitabına uydurma”/”Hile-i şeriyye”) minareyi çalmayacaktık, haram yemeyecektik. Siyaseti ahlak ve ibadet(“Halka hizmet, Hakka hizmettir”) olarak görmeyip; onu “Güç istenci” ve “Kurnazlık” olarak gören her dindar(“İslamcı”?), çalar; hem de “Deveyi hamudu ile birlikte” çalar.
Prof. Dr. İlhami Güler Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesidir.
Kur’an’ın kendisi, Allah’ın insan aklı/vicdanı, insan dili (Arapça) ve insan (Hz. Muhammed) aracılığı ile Araplara hitabıdır. Allah, insanları düşünerek, şuurlu olarak, ikna olmuş bir vaziyette, gerekçeli olarak kendine ve peygamberinin otoritesine teslim olmaya ve itaat etmeye çağırmaktadır. Kendi önerileri, insanın vicdanına ve sağduyusuna hitap ettiği gibi; onların vicdan kapasitesinigeliştirmek, keskinleştirmek ve gümrahlaştırmak için de gayret göstermektedir.
İnsan cinsinin yeryüzünde ahlaki bağlamda iman-küfür, hak-batıl, hidayet-dalalet pozisyonlarını tercih ile denenmesinin (dinin) temeli, Allah’ın yaratılışta ona verdiği (üflediği) “Ruh” (15/29, 38/72) veya ilham ettiği (koyduğu) fücur ve takva olanı temyiz etme kabiliyetidir (91/7-10). Tanrı’nın vahiy/peygamber göndermesi, onun lütfu-keremi ve rahmetinin bir sonucudur. Yoksa, aslında “denenme” için akıl/vicdan kapasitesi yeterlidir. Tarihe baktığımızda da yeryüzünde mevcut bulunan bütün kavim/dillerde peygamber gönderilmediğini; M.Ö. 4500’lerden itibaren (Hz. Nuh), genellikle “Verimli Hilal” veya “Eski Dünya” olarak bilinen ve insanlığın ilk yerleştiği-yerleşik hayata geçtiği Mezopotamya’da ortaya çıktığını görüyoruz. Uzak Doğu’da ise (Çin-Hint), genellikle Bilge, Guru, Şaman/Ozan (Budha, Konfüçyüs, Tao, Zerdüşt, Mani…) kişilerin geliştirdiği dinsellikler (Budizm, Hinduizm, Taoizm, Zerdüştlük) mevcuttu.
Peygamberlerin sözlü vahiyleri, yazının yaygın olmadığı dönemlerde asılları korunamayarak tahrif edilmiştir. Tevrat’ın ve İncil’in başına gelen budur: “Söz uçar; yazı kalır.” Ancak söz, orijinal hali ile -Kur’an’da olduğu gibi- korunsa/yazıya geçirilse de yine de, yorum yolu ile “tahrifat”tan mutlak olarak korunamaz; muhataplar, zamanla: “Korumaları gereken birçok şeyi unuturlar” (5/14). Bundan dolayı Platon, yazı için “Pharmachon (Zehir-Şifa)” metaforunu kullanmıştır. Yani yazı/dil şifa olduğu kadar, zehirdir de. Zira birincisi, sözü “olduğu” gibi, asli canlılığı ile koruyamaz; ikincisi, yazıya sözün “kastetmediği” anlamlar, okuyucular tarafından yüklenebilir. Latinlerin: “Bütün mütercimler haindir” sözü, bu gerçeği ifade eder. Kutsal metinlerin yorumcuları, yani din âlimleri/teologlar (müfessirler), genellikle üç gruba ayrılırlar: 1- Metnin namusunu korumaya çalışan dürüst bekçiler. 2- Metni, kendi söyleyeceklerine kalkan yapan narsist, kurnaz ve hainler. 3- Metni köpürten yalakalar. Bundan dolayı Kur’an’da Ğayb’dan (Tanrı-Ahiret) teşbih/benzetme yolu ile verilen imgelemlerin ihsas ettirdiği ilk anlamın ötesinde yorumlanmaması (te’vil) istenmiştir. Ancak kalplerinde eğrilik/fitne olanlar, müteşabihleri yorumlarlar; dürüst/gerçek (Rasih) âlimler ise: “Rabbimizin söylediklerinin tamamına (yorum yapmadan-İG) inanıyoruz” derler (3/7).
Sahtekâr veya yalaka din âlimlerinin kutsal kitaplara yaptığını ise, Danimarkalı eğitim filozofu Gotthold Ephraım Lessing şöyle özetliyor: “Fakat her ilk okuma kitabı, ancak belli bir çağ(daki çocuklar) içindir. Onu geride bırakmış bir çocuğa o kitabı uzun süre okutmayı sürdürmek, ona zarar verir. Çünkü bunu -herhalde yararlı bir şekilde yapmak için- ona (kitaba) onda olandan daha fazlasını yüklemek; ondan, onun içerebileceğinden fazlasını çıkarmak gerekir. İma ve kinayelere çok fazla bakmak ve onlardan çok fazla şey çıkarmak gerekir. Mecazlara çok şey söyletmek, misalleri çok tafsilatlı yorumlamak ve sözcükleri çok fazla zorlamak gerekir. Bu tutum, eğitilen çocuğa dar, çarpık, kılı kırk yaran bir anlayış kazandırır ve çocuğun içini/zihnini, açık ve anlaşılır olan her şeye karşı küçümseyici bir duygu doldurur. Hahamlar, kutsal kitaplarına tam da böyle davranıyorlardı. Bu tavırla kavimlerine kazandırdıkları, tam da böyle bir karakterdi” (G. A. Lessing, İnsan Soyunun Eğitimi. Çev: A. Aydoğan. İst. 2011. S 109- 110). Hristiyan Papazlar; Müslüman Fakihler, Müfessirler, Mütekellimler, Mutasavvıflar… da böyleydi. Kur’an, Hahamların yaptığı bu aşırı yoruma: “Sözleri bağlamlarından kopararak çarpıtıyorlardı” (5/13) diye atıfta bulunur.
Vahiy/Kur’an, Melek Cebrail vasıtası ile Allah’ın konuşmasıdır. Arapça cümleler/önermeler (beş) duyu verileri, mantık kuralları/nedensellik, ahlaki duygulanım ve bütüncül idrâk anlamında ilhamın su, süt, bal ve inci tanesi gibi, basit bileşikliği, aynılığı ve tekliğidir (ilim, hikmet, ruh, nur, furkan, burhan, beyan, maruf…). Bir kısmı, geçmiş peygamberlerin başına gelenlerin (Kıssa) anlatımı ve yorumu; diğer bir kısmı ise, 610-632 arasında Arap yarımadasında (Cezire-Hıcaz) yaşanan ahlaki, politik, iktisadi ve hukuki olayların yorumlanmasıdır. Kur’an’ın kendisi, Allah’ın insan aklı/vicdanı, insan dili (Arapça) ve insan (Hz. Muhammed) aracılığı ile Araplara hitabıdır. Allah, insanları düşünerek, şuurlu olarak, ikna olmuş bir vaziyette, gerekçeli olarak kendine ve peygamberinin otoritesine teslim olmaya ve itaat etmeye çağırmaktadır. Kendi önerileri, insanın vicdanına ve sağduyusuna hitap ettiği gibi; onların vicdan kapasitesini (Lübb, Fuad, Basiret, Kalb-i Selim…) geliştirmek, keskinleştirmek ve gümrahlaştırmak için de gayret göstermektedir. Onları, daima kendi söylediklerini ve etraflarında olup bitenleri tefekkür, taakkul, tezekkür, tafakkuh, tedebbür, temmül, tabbur… nazar, rey ile idrâk etmeye çağırmaktadır. Cahiliye döneminin ahlaki-hukuki doğrularını (örf-maruf) rahatça kabul etmiş; küstahlık/kabalık olanlarını da (“Hamiyyetu’l-Cahhiliyye” 48/26) reddetmiştir. Peygamberin: “Cahiliyyede iyi olanlarınız, İslam’da da iyidir” meşhur hadisi, iyiliğin kriterinin “İslam” değil; “vicdan” olduğunu ortaya koyar. O halde İslam, ne kadar iyi-doğru (hakiki) varsa onların toplamının “deposu” değil; hakikat (iyilik-doğruluk) oluşturma/yaratma çabası, yeteneği ve sürecidir. Allah, peygamberine: “Sen, ancak vicdanları diri (hayyen) olanları uyarabilirsin” (36/70) derken; vicdanın, vahiyden önce geldiği ve Kur’an’ın da bir vicdan çalışması olduğunu ima etmektedir. Vahiy, insanın kendi ahlaki/vicdani potansiyelini açığa çıkarma kılavuzudur.
Sünnîlik, üç büyük karşı devrim ve kırılma ile özünde vicdanı gümrahlaştırmaya çalışan Kur’an’ı, vicdanı dumura uğratan/karartan, öldürten bir imgeye/tasavvura dönüştürmüştür. Bu üç karşı devrim/kırılma şunlardır:
a) Mahluk Kur’an’dan “Kelam-ı Kadim” Tasavvuruna
Kur’an, 610 ila 632 arasında 23 sene boyunca, Allah’ın, olup biteni gözlemleyerek yorumlaması, değerlendirmesi, yönlendirmesi iken; Sünnîlik, onu Allah ile birlikte “Kadim” bir söz olarak görmüştür. Yani manalar, Allah ile birlikte kadim oldukları halde, 610-632 arasında bir nevi ”mizansen” olarak tekrar etmiştir. Bu anlayışa göre, nüzul sürecine katılan faillerin (mümin, münafık, kafir, Yahudi, Hristiyan, müşrik…) hiçbirinin kendine ait bir özgür iradesi, isyanı, itaati… yoktur. Teşbihte hata olmaz, adeta Allah, ezelde “Doğmamış çocuğa, don biçmiştir”. Kur’an’da geçen ve Allah’ın ilminin genişliğini ifade eden “Levh-i Mahfuz” kavramı (85/22), her şeyin, ezelde bir kere irade edilip sonra da ilim hafızasına depolandığı şeklinde anlaşıldı. Oysa Allah: “Her an yeni bir işte/uğraşta” idi (55/29). M. İkbal’in dediği gibi, ilahi hayatta her saniye orijinaldir.
b) Tecdide Açık (Nesh) Dinamik Kur’an’dan Mutlak Nassa
Allah, vahiy/peygamber geleneğini, birbirini nesheden şeriatlar şeklinde devam ettirmiştir. Neshin ve tecdidin gerekçesi, insanlığın tekâmüle, gelişmeye, değişmeye açık olmasıdır. Tanrı, aşağının hareketini takip ederek, ona uygun adımlar atmıştır. Tanrı, hikmet sahibidir; kaprisli bir mutlak güç istenci değildir. “Bir hükmü nesh edince, onun yerine daha iyi birisini ikame eder” (2/106). Önceki “birçok hükümden vazgeçer” (5/15). 7’nci yüzyılda vahiy/peygamber geleneğinin, Hz. Muhammet/Kur’an ile sona ermesi, pedagojik bir hadisedir. İnsani düzlemde de örgütlü/örgün eğitim, belli bir yaşa kadardır; gerisi, insanlığın rüştüne erip kendi eğitimini yaygın olarak kendinin üstlenmesidir. “Âlimler, peygamberlerin mirasçılarıdır” sözü/hadisi, bu gerçeği ortaya koyar.
Öncüleri Sahabe ve Tabiûn’a dayanan “Rey Ekolü”, dinamik bir Kur’an ve Hadis anlayışına sahipti. Hz. Ömer’in içtihatları ve Ebu Hanife’nin “İstihsan”ı, Malikilerin “Mesalih-i Mürsele” kavramları, bu gerçeği ifade eder. Hanbelîlik ve Şâfiîlikten oluşan Hicaz/Arap-“Hadis Ehli” ise, Kur’an ve Hadis’i, bir kere ve bütün zamanlar için değişmez, donmuş, dogmatik, mutlak naslar olarak vazetti. Kur’an’da Allah, Peygamber ve sahabe müşterek içtihatlar yapıp, İslam’ın oluşumuna katkı yaparak “Şari”lik yaparken; Hadis Ehli, “Şari”liği, sadece Allah’a ve Peygambere verdi. “Kur’an ve Sünnetin toplumsal davranışa dair kurallarının bütün çağlarda lafzen ve aynen uygulanması gerektiği fikri, İslam’ın toplumsal içeriğinin köklü bir tefekkürünün önünde bir kaya gibi durmuştur. Bundan ötürü, Islahat Hareketlerinin liderleri, ne zaman “Kur’an’a ve Sünnet’e Dönüş” çağrısı yapsalar; kastettikleri şey, tarihin geriye doğru hareket etmesi gerektiğidir” (Fazlurrahman, İslami Yenilenme/Makaleler-III. Çev: A. Çiftçi. Ank. 2018. S 49). Müslümanlar, Allah’ı ve Peygamberi yansılayarak, onları ilk adım ve “örnek” alarak, onlar “gibi” içtihat yapma, doğru hüküm koyma yerine onları -rüştüne ermemiş çocuklar veya ergenler gibi- sürekli taklit ve tekrar etmişlerdir: “Mevrid-i nasta içtihada mesağ (yer) yoktur.” “El-ittiba, hayrun mine’l-ibtida=Tabi olmak/boyun eğmek, yenilik çıkarmaktan hayırlıdır.” Hadis Ehli, sorumluluktan kaçmayı, hürmet-tazim/dindarlık olarak lanse etti: “Cahilin sofusu, şeytanın maskarasıdır.”
c) Özgür İradenin Felç Edilmesi (Kadercilik)
Sünnîlik, nasları mutlaklaştırarak müminleri ahlak bağlamında rüştüne ermemiş çocuklar olarak görürken, Allah’ın onlara verdiği ve denenmenin mesnedi olan özgür iradeyi de ellerinden almıştır. Hanbelîlik ve Şâfiîliğe paralel olarak Eş’ârîlik, Mevâlî/Mu’tezile’ye karşı bir Arap yorumu olarak, Sünnîliğin kurucu ve belirleyici ekolü olmuştur. Türklerin geliştirdiği Mâtürîdîlik, Mu’tezileye öykünerek özgür iradeyi korumaya çalışmış ise de etkili olamamış; Kadercilik/Cebriyecilik, Sünnîliği belirlemiştir.
“El hayru, fima vakaa = Olan her şeyde, hayır vardır.” “Hayrihi ve Şerrihi minallahi taala = Hayır ve Şer Allah’tandır.” “El-İnsanu, muztarrun; fi suretin muhtarin = İnsan, görünüşte hür; gerçekte fiiline zorlanmıştır.” “La faile illallah, la halika illallah = Allah’tan başka fail, Allah’tan başka yaratıcı yoktur.”… Bunlar, Eş’ârî-Sünnîliğin insan iradesinin özgür olmadığı bahsindeki mottolarıdır. Kurucuları ağırlıklı olarak Basra-Bağdatlı olmak üzere Mevâlîden oluşan Mu’tezile, Kur’an’ın ruhuna uygun olarak, insanın fiillerinde özgür ve sorumlu olduğunu savundu.
Örneğin, Hadis ilminde de behresi olan ve Mu’tezilenin kurucu öncülerinden olup, Hicri 125 yılında ölen Amr b. Ubeyd, kendisine Sünnîliğin kaderciliğini, yani her şeyin çocuk ana rahmine düşünce melek tarafından yazıldığını formüle eden “es-sadiku’l-masduk = Alın Yazısı” hadisi sorulduğunda şöyle demiştir: “Eğer bu haberi senedindeki A’meş’ten duysaydım, yalanlardım; Abdullah b. Mesud’dan duysaydım kabul etmezdim; eğer peygamberden duysaydım, ona karşı çıkardım; eğer bu iddia, “ayet” olarak gelseydi; Allah’a derdim ki: “Bizden aldığın “misak” a ters” (İbrahim Köç, Kelam’ın Doğuşu ve Amr b. Ubeyd. Ank. 2024. S .110).
Mu’tezile, “Sünnetullah” gereği, Küllî İradenin, Cüz’î iradeye bağlı olduğu bir Allah-İnsan ilişkisi geliştirmiştir. Bu, Kur’an’da: “in = eğer ve men = kim” tarzında işler. Örneğin: “Eğer, siz dönerseniz; biz de döneriz” (17/8), “Kim, Allah’tan çekinirse; ona ummadığı yerden bir kapı açarız” (65/2)… Türkçede güzel ifade edildiği gibi: “Kör, Allah’a nasıl bakarsa; Allah da köre öyle bakar.”
Özetle Kur’an, ödev, vazife, yükümlülük ve kendine hâkim olma ile bireysel sorumluluk, özgürlük ve kendini gerçekleştirme arasında bir denge kurmuştu. Sünnîlik ve Şiilik, bu dengeyi, birincinin lehine, ikincinin aleyhine yok etti. Her şeyin bilindiği bir kültürel ortamda oluşmanın, özgürlüğün, bireyin-benliğin (vicdanın) söneceği aleykelbeyandır. Sonucu merhum Fazlurrahman ile bağlayalım: “Müslümanlar olarak bizim ana görevimiz, zihnî ve ahlaki basiretimizi sürekli geliştirmektir. Kur’an, tekraren ve bitmez tükenmez bir şekilde olup bitenleri sağlıklı akli feraset ile anlama ve idrâk etme gereğini vurgulamaktadır” (Fazlurrahman, İslami Yenilenme: Makaleler-III. Çev: Adil Çiftçi. Ank. 2018. S. 36).
İlahi dinin temel kaygısı, Allah’ın sıfatı olan “Hakk” ın yani ahlakın insanlar arasında tahakkukudur, hakkaniyet ve hukuktur. Tanrı, hukukta yatar ve ona yaslanır. Allah’ın ve insanların düşmanı olan Şeytan ise, daha ziyade siyasette yatar ve ona yaslanır(Tağut). Kur’an’ın tanımlaması ile “Emanet” (4/58)ve “Emr”(42/38); Aristo’nun tanımlaması ile de “Pratik Ahlak” olarak siyaset, toplumun güvenliğini(emniyet) refahını(iktisat) ve huzurunu(adalet) sağlamaktır. Siyaset, şeytanlık olarak, öteki insanlara, toplumlara, devletlere karşı “Tuzak Kurmak” değil; kurulan “Tuzakları Bozmak” ve boşa çıkarmaktır. Allah da, aynı şeyi yapar(3/54, 8/30,13/42…). Sünnilik, “İlm-i Siyaset” kavramı ile siyaseti, – Hz. Ali’nin tersine- “Pratik Ahlak” olarak değil; “Tuzak Kurmak” olarak kodlamıştır.
Hukuk, toplumdaki bireylerin bireysel onur, özgürlük ve özel mülkiyet gibi “İnsan haklarının” kollektif organizasyonudur. İnsanlığın yazılı hukuka ve bunu uygulayacak kamusal bir güce(Devlet) ihtiyaç duymasının nedeni, doğasında olan zorbalık ve gasp eğilimlerini, bireysel vicdanın yani dinin/ahlakın da önleyememe ihtimalidir. İnsanlık tarihi, bunun şahididir. Diğer taraftan yazılı “Kanun” da, hukukun/adaletin tecellisi/tezahürü olmaya bilir. Muktedirler, soygun/gasp ve zorbalık/zulmü de, “Yasal” hale getirilebilirler. Yasa, çalınan minarenin(cesarete bak!) “kılıfı” , zorbalığın kadife giydirilmiş “sopası”, çobanın “köpeği” olabilir. Hukukun böyle olmaması için yani insafın, hakkaniyetin ve adaletin tecellisi(mizanı-mihengi-mısdakı) olması için, bireylerin ortak menfaatine/maslahatına ve toplumun maşeri vicdanına dayanması ve ondan onay alması, saygı uyandırması gerekir.
Kanunları, imparatorluk dönemlerinde genellikle kırallar, padişahlar, sultanlar, halifeler ve vezirler ihdas ederdi. Hammurabi Kanunları, Roma Hukuku, Osmanlı Kanunnameleri…gibi. Fransız Devriminden sonra, Hukuk yapımı, parlamentoya veya ilmi/uzman heyetlere devredildi. Osmanlıda üretilen “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye”, “Hukuk-i Aile Kararnamesi”, “Arazi Kanunnamesi” ve “Kanuni Esasi”, bu tarzda yapılan “Hukuki” düzenlemelerdir. İslam tarihinde İmam Malik’in derlemiş olduğu ve Medinelilerin uygulamalarını içeren “el-Muvatta” adlı eserini Abbasi Halifeleri Ebu Cafer El-Mansur, Mehdi Billah ve Harunurreşid, ülke topraklarında herkesi bağlayacak bir hukuk kodu yapma taleplerine, müellif karşı çıkmıştır. Gerekçesi ise, bireysel ve yerel olan hükümlerin umumileştirilmesinin, herkes için“Hukuk/Adalet” sağlama kapasitesinin zayıf olacağı ihtimali idi.
Filistin kökenli Amerikalı akadenisyen Wail Hallaq, “İmkânsız Devlet” adlı kitabında Ulemanın bireysel içtihatlarına ve “Fetva”larına dayanan Fıkh’ın, Ulus Devletler tarafından yürürlüğe konulan ve herkesi bağlayan kamu “Hukuk”undan daha ahlaki ve özgürlükçü olduğunu savunmuştur. Benzer bir görüşü Alman düşünür Jürgen Habermas, “İletişimsel Eylem” teorisi ile savunduğu bilinmektedir.
Bu yaklaşım, bir yanı ile doğru; diğer yanı ile büyük tehlikeler barındırmaktadır. Şöyle ki, Yasanın/kuralın, bütün tekil durumları bünyesine alamaması açısından; her tekil durumun hükmünün/yargısının tekil olması gerektiği açısından hakkaniyete/hukuka, adalet idesine/ilkesine uygundur. Ancak, “Fetva” nın, onu verenin sübjektif vicdanına dayanması ihtimali ile birlikte; içgüdülerine, hevasına, arzusuna, korkusuna, çıkarına, içgüdülerine ve güç istencinden kaynaklanması ihtimali açısından da, son derece tehlikelidir. Fetva’nın etkilediği kişi sayısı arttıkça, risk de artmaktadır. Oysa kural/yasa/kanun tecrübelerden, tekrardan süzülerek geldiği için, yanlış olma ihtimali daha zayıftır. Mecelle’de “Örf”ün, “Kanun” gücünde sayılmasının esprisi budur. Umumi olan yasanın yukarda bahsedilen riskini telafi etmek için, Hukuk Devletlerinde Hâkimlere tekil durumun kural ile ilişkisini “Yorumlama/Nesâfet Yetkisi” verilmiştir. Adalet idesi, eşitlik ile farkın/tekilliğin yerini ve dengesini kurma/bulma sanatı/meziyeti/hüneri ve becerisidir. İslam toplumlarında herkesi bağlayan yazılı hukukun olmaması, yani sürekli “Fetva”nın egemen olması, pratikte(ahlak-hukuk-siyaset) “Kitabına uydurma” ve “Hile-i Şeriyye”nin yaygınlaşmasını doğurmuştur.
Avrupa’nın geliştirmiş olduğu “Kuvvetler(Yasama-Yürütme-Yargı) Ayrılığı” ilkesi, hukuk ve adalet idesi açısından son derece önemlidir. Bunun gerekçesi, bünyesinde şeytanlık(güç istenci/istiğna) barındıran siyasetin şerrinden, bünyesinde Rahmanilik barındıran hukuku korumaktır. Bu ilke, -dinden veya ahlaktan değil- Batı’nın –ve insanlığın- kanlı tarihinden süzülerek elde edilmiştir ve evrenseldir.
Türkiye toplumu, Saltanat rejiminden Cumhuriyet rejimine toplumsal konsensüs ile değil; zor/devrim ile geçmiştir. Yeni devletin 1924 deki “Anayasa” sı, Meclis tarafından yapılmıştır. Ancak Devrimciler, bu Anayasayı ilga ederek, kendileri yeni bir Anayasa yapmış ve Avrupa devletlerinden Ceza, Miras, Medeni, Borçlar….hukuku iktibas etmişlerdir. Bu durum, muhafazkârlarda bir içerleme-uçuklama yaratmıştır. Devrimciler, bir yandan Batıyı taklit etmeye çalışırken; diğer taraftan da hukuk/anayasa tanımazlıkları, “Darbe”lerle cumhuriyet tarihinde devam etmiştir.
Şimdilerde, 2000lerden sonra tedrici olarak iktidarlarını pekiştiren muhafazakârların ise, hukuk tanımazlıklarının iki farklı kaynağı/saiki mevcuttur: Birincisi, yakın tarih ve rövanş tutkusu/duygusu; ikincisi ise, “Fetva” genetiğidir. Yani “Kitabına uydurma” ve “Hile-i Şeriyye”.
Türkiye, böyle devam edemez. Rüştüne erip, adam gibi “Hukuk” yapmasını ve ona uymasını öğrenmek zorundadır. Hukuk tanımamak veya sahtekârlıkla etrafını dönmek/dolanmak, maharet/marifet/meziyet değildir. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde “Hukuk” yapmayı öğrenmeye başlamıştık. Araya “Devrim-Düşmanlık” girdi. Son yirmi küsur senedir de bunun rövanşı alınıyor. Yeter artık. Herkesin aklını başına toplama ve medeni bir toplum kurma sorumluluğu ile karşı karşıyayız. Ya bunu yaparız; ya da boğuşmaya-dalaşmaya devam ederiz. Niye devam ediyoruz? Biz, it oğlu it miyiz?
İslam, 23 senelik bir “İç-savaş (Mümin-Kafir, Mümin-Münafık, Hizbullah-Hizbuşşeytan….)” sürecinde doğdu. Hz. Muhammed’in ölümünden, Muaviye’nin intikam , ihanet ve zorla hakimiyetini kuruncaya kadar da, iç savaş/”el-Fitnetu’l-Kübra” olarak (Ridde, Cemel, Sıffın, Harre….) devam etti. Abbasi İhtilali de, bir iç savaştı. Siyaset, Nazi filozofu Carl Scmith’in kavramsallaştırması ile defacto “Dost-Düşman” kavramsallaşması üzerine kurulu idi. İslam, Araplar’ın çöl coğrafyasında yüzlerce yıllık süre içinde oluşmuş şiddete teşne olma, kabilecilik ve çapulculuk tabiatlarını geriletemediği için; islam’ı çevrelerine anlaşmalar(Feth Suresi/48) ile barış içinde tebliğ etme yerine; komşuları ile de işgal, gasp, talan, ganimet uğruna savaşa giriştiler. Siyaset, “savaş” olarak icra edilince; bu iç ve dış savaşlarda/siyasette Arapların bu işte uzmanlaşmış dört tane “Dâhi” leri vardı: Muaviye, Amr ibn As, Muğire b. Ş’ube ve Ziyad b. Ebih. Bu bağlamda “dahi” -icat çıkaran veya sanat eseri yaratan değil-; kurnaz, hilekâr, kurt, çakal siyasetçi demekti.
Real politik bu olmasına rağmen; Allah, Kur’an’da siyaseti “Harp/Hile” üzerine değil; barış ve anlaşma üzerine kurmak istiyordu. Peygamberimizin dediği gibi: “Harp,- siyaset değil- hiledir”. Tamam, doğru. 60. Mumtehine suresinin 7-9 ayetleri, siyasetin neyin üzerine kurulmasının gerektiğini, sarih bir şekilde ortaya koyar: “ Allah, gerektiğinde sizinle düşmanlarınız arasına bir sevgi koyabilir; Allah, her şeye kadirdir, affedicidir, rahimdir. Allah, dini aidiyetinizden dolayı sizinle savaşmamış; sizi yurtlarınızdan zorla çıkarmamış (gayri müslim) kimselere iyilik etmenizden, onlara adil davranmanızdan sizi men etmez.
Allah, adil davrananları sever. Allah, ancak, sizinle dini aidiyetinizden dolayı savaşan, sizi yurtlarınızdan zorla çıkaran veya çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmenizden meneder. Kim, onları dost edinirse; işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.” Allah, iç ve dış siyasetin daima ahit/akit, misak(“Toplum sözleşmesi”) üzerinden adalet prensibine bağlı olarak yürütülmesini ister. “Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.”(2/193). Yahudi Kıralları Davut ve Süleyman’ı da, bu bağlamda Müslümanlara “örnek” olarak gösterir(37/15,27/16,38/30-34…). Hz. Muhammed de, Medine’ye hicret ettikten sonra, oranın Yahudi, Müşrik ve Müslüman kabileleri ile ortak sorumluluk ve haklarını belirleyen(Ümmet) bir anlaşma(ahit/akit/misak) metni oluşturmuştur(“Medine Sözleşmesi”). Yönetim, ilke olarak “Şura”(3/159, 42/38) ile, sorumluluklar ehliyet/liyakat ilkesine göre dağıtılır(4/58) ve adalet/hukuk ile icra edilir. Devletin/yönetimin dini adalettir.
Bu siyaset içeriğini, ahlak felsefesini, Yunan felsefesinin genetik özü olan aynılık/kendiliğin ontolojik emperyalizmi yerine; “Başkası” ve onun insani dolayımı olan “Yüz” üzerine kuran E.Levinas’ın “Radikal Çokluk” kavramında da buluruz. Totaliterlik veya konsensüs, “Başka”sını aynıya/kendine emerek onu yok etmektir. Daimi “ötekilik” ise, özgürlüğün penceresi olarak daima açık kalır: “ Radikal çoğulculuk, bir araya geldiğinde, daha büyük bir bütünlük içerisinde, aynılaşarak kapsanamayan bireylerin oluşturduğu birçokluğu ifade eder. Çokluğu oluşturan bireylerden biri, diğerinin olumsuzlanması olduğunda, birleşerek bir bütünü oluşturabilirler. Oysa Radikal çokluk, tümlenmenin imkânsızlığıdır. Çünkü, öznenin, bir diğeri tarafından olumsuzlanması yüzünden değil; sonsuz bir fazlalık, sonsuz bir uzaklık ve radikal mutlak başkalık yüzünden tümlenme imkânsız hale gelir. Savaşta, varlıklar bir bütüne ait olmayı reddederler.
Toplumu reddederler, yasayı reddederler; hiçbir sınır, bir varlığı diğeri yüzünden durduramaz veya onları tanımlamaz. Kendilerini bir bütündeki yerleri ile değil, kendi benlikleri ile tanımlayarak bütünü aşan konumları ile onaylarlar.” (Emmanuel Levinas: Sonsuza Açılan Yol Benliğimizin Ötesindedir. Haz: Melis Uygur Biibika. İst. 2025. S 100). Özetle Platon-Aristo ve Farabi’de olduğu gibi, Kur’an’da da siyaset “Pratik Ahlak”tır. Filozoflarınki “Site/Medine” devletinde; Kur’an’ınki ise, bütün bir yeryüzünde.
Oysa Müslüman toplumlarda yönetim, Muaviye ile birlikte tek kişiye/aileye tapulanmıştır(Saltanat/Meliklik). Gayri müslimler “ikinci sınıf(zımmi)” vatandaş olarak görülmüş ve Müslüman muhalifler ise, maslahat/zaruret/rahmet olarak değil; “Fitne-Fesat” olarak kodlanmıştır. Dolaysıyla siyaset, tarih boyunca “Harp-Hile” olarak icra edilmiştir.
Demokrasi teorisi, siyaseti –içerde. İG- savaş ve hilekârlık olmaktan çıkararak barış içinde aleni bir “yarış olarak kurmuştur. Toplumu-devleti yönetmek için iktidar kadar muhalefet de meşrudur. Nasıl yöneteceklerini “Parti programı” olarak halka anlatırlar; halk da, tercihini yapar. İktidar, silaha ve savaşa başvurmadan, kansız bir şekilde değiştirilebilir. Hukuk Devleti, Kuvvetler (Yasama-Yürütme-Yargı) Ayrılığı, Anayasal Vatandaşlık ve Laiklik, bu yönetim tarzının bileşen kavram ve kurumlarıdır. Batı toplumları, dış siyaseti savaşın silahsız olarak hile ile(diplomasi-istihbarat) devamı olarak görmeye devam etmişlerdir (Makyavalizm). Burjuva sınıfının, demokrasiyi manipüle etme teşebbüslerine karşı işçi sınıfı, siyasal ve sendikal hareketler ile mukabelede bulunmuştur.
M. Kemal ve arkadaşları, Kurtuluş Savaşından sonra, siyaseti “Devrim” yani zor/savaş mantığı ile yaparak, eski rejimi(Hilafet-Şeriat-Tarikat) ilga ederek, yerine cumhuriyet rejimini kurdular. Muhalefeti bastırmak için de “Darbe” geleneğini sürdürdüler. Demokrasiye geçildikten sonra, muhafazakâr-sağcı muhalefet, Demokrasi kurallarına uyarak siyaset yapmaya çalıştı.
Şair Mehmet Akif, “Safahat” adlı manzum eserinde, Osmanlı toplumunu ve devletini çöküş noktasına getiren Türk-Tasavvuf Sünniliğini eleştiriye tabi tuttu. Said Nursi de “Risaleler” adlı külliyatı ile kendince Sünni ilahiyatı estetize etmeye çalıştı. Her iki şahıs da, Devrimciler tarafından mağdur edilmiş olmalarına rağmen; devlete/yönetime karşı hilekâr-düşmanca bir tavır takınmadılar. Benzer tutumu, düşünür Nurettin Topçu ve şair Sezai Kararkoç’ta da görmek mümkündür. “Sultanu’l-Şuara” olarak anılan N.F.Kısakürek ise, devrimcilere karşı sert-düşmanca bir sövgü dili(müstevlilerden beter, kubur fareleri, maymun….) ile onları eleştirdi. Devrim, muhafazakârlarda bir travma yaratmıştı. Yetmişli yıllarda Türkiye’nin “Daru’l-Harp” olduğunu söyleyen bazı katı muhafazakârlar, “Daru’l-Harp Fıkhı” nın uygulanmasını savunurlardı. “Milli Görüş”, “Hizmet Hareketi” ve Ak Parti, bu travmanın(N.F. Kısakürek) değişik kristalleşmeleridir.
1980 ihtilalinden sonra muhafazakârlar, siyaseti “fiili savaş” olarak değil de; o savaşın bir niteliği olan “Hile-Takiyye” ile özdeşleştirdiler. Devleti ele geçirmek için Fetullah Gülen “Hizmet Hareketi” diye sivil/legal bir oluşum ile devlete sızmaya başladı(“Paralel Yapı”). İki binlerden sonra kurulan AK Parti de, bu hareketle işbirliği içinde siyaseti, iktidar olmaktan “muktedir” olma aşamasına geçmek için “Hile” olarak yapmaya başladı. Sonunda Fetullah, aynı hileyi/savaşı (Darbe girişimi) İktidara karşı yapmaya kalkıştı ve “FETÖ” oldu. Çünkü, siyasetin “Harp” olduğu bir teolojik/kültürel gelenekten geliyordu. İmdi, siyaseti “Hile” olarak yapmaya başladığın andan itibaren, “muhaliflerini” de otomatik olarak “düşman” olarak görmeye başlarsın. Siyaset, hile/savaş olarak görülmeye başlanıldığı andan itibaren “Hukuk/Kanun”, kendinde amaç/gaye (adalet) olmaktan çıkıp; siyasetin aracı/aparatı/iti olmaya başlar. Oysa Demokraside, Hukuk Devletinde siyaset, eşit vatandaşlar arasında ve barış içinde bir “Yarış” olarak “aleni” ve “denetleme” ilkelerine göre yapılır. Bugün Türkiye’nin temel sorunu, Devrimin muhafazakârlarda doğurduğu travmanın henüz atlatılamamış olmasıdır.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.