DOLAR

32,3687$% -0.36

EURO

34,6891% -0.39

STERLİN

40,5408£% -0.46

GRAM ALTIN

2.390,94%-1,30

ÇEYREK ALTIN

3.926,00%-1,63

BİTCOİN

฿%

Malatya HAFİF YAĞMUR 17°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
PROF. DR. İLHAMİ GÜLER

PROF. DR. İLHAMİ GÜLER

01 Mayıs 2024 Çarşamba

Türkiye’nin Temel Sorunu: Akıl Fukaralığı ve Vicdansızlık

Türkiye’nin Temel Sorunu: Akıl Fukaralığı ve Vicdansızlık
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Türkiye’de “düşüncesizlik” hem üniversite-eğitim hem de halk düzleminde yoğun olarak ortaya çıktığı gibi; “vicdansızlık” da hem halkın kendi arasındaki ilişkilerde hem de halk ile devlet, devlet ile halk arasındaki ilişkilerde yoğun olarak ortaya çıkıyor.

Kiliseye başkaldırı olarak Aydınlanma-Rönesans ve Endüstri-Teknoloji Devrimi, Avrupa’nın insani-toplumsal ilişkilerini, iktisadi üretim tarzını-ilişkilerini ve siyasal yapısını toptan değiştirdi. Ulus-devletler, vatandaşlarına düşünme ve mesleki beceri eğitimi (bildung) verdi. Osmanlı İmparatorluğu, geleneksel tarım-hayvancılık iktisadi yapısı ve Skolastik düşünce tarzı ile bu değişime ayak uyduramayarak çöktü.

Türkiye Cumhuriyeti, Batıcı aydın ve bürokratlar tarafından Batı’yı taklit etmek üzerine kuruldu. İçeriğinden bağımsız olarak, “taklit/ezber” itiyadı hayli güçlü olduğu için Batı, “örnek” değil, “ölçü” olarak alındı ve farklı bir taklit başladı. Bu taklit çabası, toplumun belli bir kesimini, belli bir oranda etkiledi; ancak toplumsal, kültürel, iktisadi ve siyasal ilişkilerde yaratıcı bir yenilenme oluşturulamadı. Atatürk’ün, “mürşit” -değiştirme, yenileme- hedefi (“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir”) gerçekleştirilemedi. Eğitimde ve üniversitelerde yaratıcı düşünme eğitimi, yani felsefi düşünme, sosyal bilimler, icat çıkarma, eleştirme, müzakere-münazara yapma yerine; Batı’da üretilen felsefe ve bilimsel bilgiler yeni kuşaklara ezberletildi. “Bilim” adına teorilerin, ekollerin/okulların “sponsorluk”u yapıldı (Pozitivizm). Organik ve özgün/özgür bir kendilik/kimlik yaratılamadı.

Eğitim -meslek becerisi kazandırmanın ötesinde- insanın “insan” olma, yani yaratıcı ve ahlaki-estetik kapasitesi/potansiyellerini açığa çıkarma/aktüelleştirme yeteneğini ona kazandırmak ise; Cumhuriyet, bunu yeteri düzeyde başaramadı. Yeni nesillerde merak ve hayret duyguları uyandıramadı. Kültürel kodların, yaklaşık bin seneden beri tekrar ve taklide (skolastik) dayanması, doğal olarak bu sonucu doğurdu.

Muhafazakâr halk yığınları ve aydınları ise mevcut kimliklerinin sembolik koruna/közüne dokunulduğu gerekçesi ile (Hilafet-Şeriat ve Tarikatın ilgası) içe kapanarak, içerleyerek, dudakları uçuklayarak kendilerini/kimliklerini koruma telaşına düştüler. Onlar da “eğitime” (bildung) itibar etmediler. Çöküşün nedenlerini asla merak etmediler.

Düşünmenin Önündeki Engeller

Düşünme, akıl yürütme (tümevarım-tümdengelim, gözlem), yani mantıklı olma, mevzusuna göre değişen, öğrenilen, öğretilen bir husustur. İnsanlar genellikle içgüdülerine, alışkanlıklarına, geleneklerine, hafızasına (ezber) göre yaşamaya meyyaldirler. “Her şeyin başı eğitim” mottosu, doğrudur. Ancak bu eğitim, yukarıda tanımladığımız anlamda “insan olma” eğitimidir; yoksa insanları bir ideolojiye, mezhebe, dogmaya, doktrine göre kalıplama/şekillendirme, sürüleştirme (toplum mühendisliği) faaliyeti değildir. Onları özgürleştirmektir. Onlara merak etme, hayrete düşme, iradeli olma, gerekçeli tercih yapma, eleştirme, itiraz etme kapasitesi kazandırmaktır. Düşünme şeytanlık, kurnazlık, hilebazlık değildir. Gel ki onlar da düşünmedir; ancak düşünmeyi “kötü”ye kullanmaktır.

Vicdanı Diriltmenin Önündeki Engeller

Vicdan, ruhun bir yordamıdır. Tanrı tarafından insanda yaratılan ahlak kapasitesidir. Dindar-ahlaklı olma, onunla başarılır. Beş duyu verileri, akıl yürütme, duygulanım/hissetme ve sezmenin toplamıdır. Bal, temiz su, katıksız süt ve inci tanesine benzer. Sürekli teyakkuzda ve tetikte olma, uykusuz olma, kül yutmama becerisidir. Kur’an’da fuad-kalb-i selim, basiret, ruh, şe/a/hid olarak isimlendirilir. Tefekkür, taakkul, tezekkür, tafakkuh, tedebbür, taabbur, teemmül, nazar ve rey, vicdanın asli işi (yaratıcı yorum) olarak her mümine/Müslüman’a farz-ı ayn’dır (zorunlu). Vicdan sayesinde Allah’a iman etme başarılır ve ondan dua ile yardım talep edilirse; hakkı/ahlaki doğruyu bulma imkânı artar. Emareleri, yerine ve kişisine göre –karakter ve amel/eylem olarak- merhamet, utanma, sadakat, vefa, adalet, cömertlik, tevazu, minnettarlık/şükran, fedakârlık, kadirşinaslık, hakkaniyet ve hukuktur. Karşıtı ise kindarlık, kıskançlık, kibir, gurur/aldanma, istiğna, haset, fesat, fitne, cimrilik, nankörlük, tuğyan vesairedir. Düşünmeyi engelleyen hususlar, kendiliğinden vicdanın diri kalmasını da engeller. Gelenek, toplum, tarih ve insanın içgüdüleri (ego), vicdanı dumura uğratabilir.

Türkiye’nin Durumu

Düşünmenin ve vicdanın yaratıcı, yapıcı ve ameli/edimsel/fiili sonuçları açısından iyi bir yerde olmadığımız açıktır. Seküler-çağdaşçılarımızda öldükten sonra namı yürüyecek bir onur, başarı, kahramanlık utkusu/uğrundalığı zayıf olduğu gibi; muhafazakârlarımızda da “Gök kubbede hoş bir seda bırakmak”, “Hayırla yâd edilmek”, “Allah rızasını kazanmak” ve “cennete kavuşmak” beklentisi (uğrundalığı) zayıftır. Çünkü halkımız genellikle “inançlı”dır; fakat imanı ve idrâki zayıftır. Her iki cenah da, tecil edilmiş, veresiye bir “uğrundalık” değil; acil, şimdi ve burada olan bir “içinlik/cennet” peşindeler. Sekülerlerimiz, Alman düşünür Heidegger’in umduğu gibi, “ölüme-doğru varlık” olmanın bilinci ile “otantik” bir ahlaki moda geçemedikleri gibi; Fransız düşünür Alain Badiou’nun umduğu gibi, devrimci politik bir “olay” çıkarma, aşka düşme ve sanat-bilim yaratmanın (düşünmenin/felsefe yapmanın koşulları) peşine de düşmüyorlar. Tersine, ölümün, mutlak bilinmezliğe (Agnostisizm) karışmanın kapısı olması, akıl tarafından bilince mıhlandığı için onları, hayatı -ne pahasına olursa olsun- “dolu dolu yaşama”nın peşine takıyor. Böyle bir yaşam için gereken “kaynaklar”  yeryüzünde sınırlı olunca da karşı karşıya kalınan durum: “Ya ben ya sen” veya halkımızın ifadesi ile: “Altta kalanın canı çıksın”dır: Politik ve ekonomik alanlarda kötülüğün göbeği.

Türkiye’de “düşüncesizlik” hem üniversite-eğitim hem de halk düzleminde yoğun olarak ortaya çıktığı gibi; “vicdansızlık” da hem halkın kendi arasındaki ilişkilerde hem de halk ile devlet, devlet ile halk arasındaki ilişkilerde yoğun olarak ortaya çıkıyor. İkincisinin, teolojik-politik arka planı şöyle işliyor: Müslüman toplumlarda “devlet” katında “iktidar”, ilahi kökenli/kutsal (hilafet); “Beytu’l-Mal/Hazine” de -ağırlıklı olarak- “ganimet” kökenli olduğu için yöneticilere sınırsız tasarruf hakkı, halka da hırsızlık yapma hakkı doğmuş oluyor. Nitekim Muaviye, halka şöyle hitap etmişti: “Arz/Arazi Allah’ın, ben de Allah’ın Halifesiyim. Kendime ne almışsam, bana aittir; size de ne bırakmışsam, lütfumdandır.” (Belazûri, Ensabu’l-Eşraf. Beyrut. 1996. Cilt:5, s 27). Çünkü devlet malı, “herkesin” değil, “hiç kimsenin”, yani sahipsizdir (“Allahlık”). “Devlet malı deniz; yemeyen domuz” sözü, buradan çıkıyor. Bundan dolayı: “Hay’dan gelen, Hu’ya gider.” Buradaki  “Hay” da, “Hu” da, aslında Allah’tır: Kutsal görünümlü kurnazlık-sahtekârlık ekonomisi. Hoşafın “yağ”ı kesilince (“ganimet” elde etme bitince), fütuhat, Türkiye’de devlet malına yöneldi. Yaratıcı-icat çıkarıcı/inovasyon, üretim, endüstri, ticaret, alın teri, emek olmayınca; olacak, budur.

Oysa modern “devlet”, Avrupa’da Burjuva Devrimi’nden sonra: “Toplum Sözleşmesi”, “Vergi Hakkı” ve “Hukuk Devleti” olarak doğdu. Yani iktidar, halkın temsili olarak; devlet malı (hazine) da “herkesin malı” olarak vazedildi. Muhalefete ise iktidarı denetleme yetkisi verildi.

Türkiye’de siyaseti, kurucu başlangıçtan 1950’ye kadar ve ondan sonrası olmak üzere iki aşamalı olarak değerlendirmek gerekir. Birinci aşamada, “devrimci” bir heyecan mevcut iken; ikinci aşamanın ilk evresinde siyaset, devleti kurum ve kuralları (anayasa-hukuk) ile yönetmek iken; son aşamasında genellikle “parti” olarak örgütlenen bir zümrenin, bölgenin, etnik-dinsel ideolojik grubun, devletin -kamunun değil- kaynaklarını, “kitabına (kanun) uydurarak” kendi uhdesine geçirme faaliyeti olarak icra ediliyor. Bu faaliyetin illegal olanına ise “mafya” denir. Güçlü bir mafyöz yanımızın olduğunu herkes bilir.

Türkiye’de iktidara gelenler, devlet kaynaklarını, belediyelerde “hizmet satın alma”; bakanlıklarda “ihale verme”; bürokraside “sosyal tesis” yapma, “rüşvet” alma, “aracılık” yapma (‘Şık şık eden, nalçadır; işi bitiren, akçedir’, ‘Varsa pulun, olurum kulun; yoksa pulun, kapıdır yolun’), birkaç yerden maaş alma, astronomik maaşlar takdir etme; tarikatlarda “vakıf kurma”; vatandaş seviyesinde ise “gecekondu-kentsel dönüşüm” ve “sosyal yardım”  gibi hinlikler üzerinden gerçekleşiyor. Yani “Alan razı veren razı”, “Al gülüm, ver gülüm”. Halkımız, bu düzeni: “Çalıyorlar; ama çalışıyorlar (‘Bal tutan parmağını yalar’, ‘Harmana koşulan öküzün önünden alaf esirgenmez’)” şeklinde özümsemiş ve özetlemiştir. Son seçimlerin sonucu ise: “Çalıyorlar ama bizimle paylaşmıyorlar” tepkisiydi. Halkımız -genellikle- büyük hırsızlığa karşı değildir, küçük hırsızlığa ve kendisi ile paylaşılmamasına karşıdır.

Sonuç

Ahlaki bağlamda yöneten ile yönetilen arasındaki ilişki diyalektiktir. Metafizik düzlemde de öyledir: “Kör, Allah’a nasıl bakarsa; Allah da köre öyle bakar. Tanrı-insan ilişkisinde “Keyd-Mekr=Tuzak kurma” ilişkisi de böyledir. Siyasal düzlemde ise: “Siz, kendinizde olanı (ahlak-ahlaksızlık) değiştirmedikçe; Allah da sizin durumunuzu değiştirmez” (13/11). “Siz, nasıl iseniz; öyle yönetilirsiniz” (Hadis). “Tencere yuvarlanır, kapağını bulur”. Hâsılı, bireysel düzlemde düşünmeyi/akıl yürütmeyi ve vicdanı diri tutmayı başaramadığımız sürece, kurtuluş yoktur. Vicdan ölmüş/çürümüş ise; söz söylenemez; ancak dır-dır/gevezelik edilir; söz tutulmaz ve söylenen söze kulak asılmaz-dinlenmez; kulağa küpe yapılmaz; söz yaralamaz, savaş başlatmaz, savaş kesmez, “sözleşme (hukuk)” olmaz…

Devamını Oku

DİNDAR VE DİNSİZ VİCDANIN FARKI ÜZERİNE!

DİNDAR VE DİNSİZ VİCDANIN FARKI ÜZERİNE!
2

BEĞENDİM

ABONE OL

Dinsizler, arzuların ve içgüdülerin içine karışmış olduğu bir “akıl” kavramı/tapınımı ile kendilerini kandırırken; dindarlar da yorum yolu ile oluşturdukları bir “Tanrı” veya “hakikat” imgesi ile kendilerini kandırabilmektedirler. Dinsizler ve dindarlar için de ortak çıkış yolu, sürekli tetikte olmak, teyakkuzda olmak, kül yutmamak, uykusuz olmak, eşikte durmaktır.

Vicdan, doğuştan geldiği bilimsel deney ve gözlemlerle ispatlanmış; aile ve toplumun (Süper-Ego) yönlendirmesine açık, insandaki ahlaki kapasitedir. Meziyeti, ahlaki doğruyu teşhis etme yetisidir. Ancak, “Ahlaki doğru nedir?” diye sorduğumuzda, işler karışmaktadır. Vicdan terazi, metre, saat, pusula vb. gibi kesin-maddi bir ahlak-ölçer/alet değildir; sübjektiftir. Toplumsal hayatta inter-subjektivite/oydaşma/icma olarak gelenek, örf, adet, yasa, atasözü, kural, hukuk, kurum olarak somutlaşır. Toplumdan topluma, bireyden bireye değiştiği gibi; bir toplumun ve bireyin kendi tarihinde de değişir. Değişimin sebebi, doğrunun/hakikatin, duruma bağlı oluşudur. Duruma bağlı olmayan/sabit hakikatler de vardır.

Her bir insan tekine ait yaratıcı bir öznelliği, özgünlüğü, özgürlüğü, kendi-özlüğü olduğu gibi; toplumsal kültürün/geleneğin (Süper-Ego) bireydeki yansıması ve kristalleşmesi de olabilir. Bir toplumun medenilik kriteri, özgür insanların, bilinçli (vicdanlı) olarak yarattıkları dayanışma, oydaşma, icma, birlik, bütünlüktür. Vicdanın aktif, diri olup sızladığı, kanadığı toplum, ideal toplumdur. Vicdanın dumura uğraması demek, bireyin toplumda egemen olan inanç, adet, gelenek ve göreneklere körü körüne, mukallit olarak teslim olması, uyması veya içgüdülerine, bedensel hazlarına kapılıp hayvanlaşmasıdır. Utanma, vicdanın en kesin tezahürüdür. Arsızlık, utanmazlık, vicdansızlıktır. Aldırış etmek, aldırmak, duyarlı olmak, oralı olmak, ihtimam göstermek, düşünceli olmak, empati-sempati göstermek, merhametli-şefkatli olmak, acımak vicdanlılıktır.

Bu yazıda “dindar”ın vicdanı ile “dinsiz”in vicdanının içinde bulunabileceği muhtemel durumlar üzerinde duracağız. Dinli-dinsiz her ikisinin de içine düşebileceği en kolay tuzak, naif bir “istiğna” hali, yani kendini yeterli görme veya kasti “istikbar”, yani kendi ile büyüklenmedir: “Ben, hakikatim” veya “Hakikat, bende”dir. Şimdi bu durum, dindarda ve dinsizde nasıl ortaya çıkıyor, ona bakalım:

Dinsiz Vicdanın Halleri

Dinin dibi-özü, Tanrı inancı olduğu için; dinsiz vicdan kavramı ile kastedilen, “Tanrı” diye bir otoriteye inanmamak demektir. Bu vicdan, varlığını, hayatını borçlu olduğu, şükran ve minnet duyacağı aşkın, kadim/sonsuz, yaratıcı (Hâlik) bir varlığın/gücün olduğunu kabul etmez. “Bu değirmenin (Güneş sistemi, eko-sistem ve insan) suyu nereden geliyor?” ahlaki sorusunu sormaz. “Üzümü ye; bağını sorma” modunda yaşar. Dolayısıyla, ondan direkt/doğrudan (ilham) veya dolaylı (peygamber/vahiy) olarak öğrenebileceği ahlaki bir şeyin olduğunu da kabul etmez. Hayatın tesadüfle oluştuğuna inandığı için; ölüm ile de yokluğa karışacağına inanıyor demektir. Yaşam, biricik olduğu için; onu, dolu-dolu yaşamak, yaşamın tadını çıkarmak, hazlı-hızlı, zevkli, neşeli ve mutlu yaşamak, çoğunluk için, hayatın önemli bir amacı/gayesi haline gelir. Yaşamda metafizik/maneviyat/aşkınlık olarak bir “uğrundalık” yoktur. “Araçsal Akılcılık (Pragmatizm)” olarak, yaşama daima bir “…için”lik egemendir.

Hayatı böyle yaşamak için, ekonomik kaynaklara ihtiyaç vardır. Herkes bu kaynaklara sahip olmak ister; fakat kaynaklar, yeryüzünde sınırlıdır. O zaman: “Ya ben ya sen” durumu ortaya çıkar. Dinsiz insan için “vicdansızlık”ın zuhur edebileceği en kritik yer burasıdır: “Ölüm dahi, eğer o, hâlâ gerçekten yaşanmamış bir yaşamın sonunu oluşturuyorsa; daha da korkunç olur. Bu nedenle ölüm korkusu, daha çok ölümden sonrasına yönelik değildir; aksine, boşa çıkan umut ve beklentilerin son bulduğunun kesinliği karşısında, ölümden öncesine ilişkin duyulan dehşeti yansıtır.” (Alexius J. Bucher, “Yitirdiğimiz Suçsuzluğumuz Ya da: Özgürlüğün Saldırgan Gücü Üzerine”, Çev. Ali Irgat. Yüzyılımızda İnsan Felsefesi içinde, Haz. İoanna Kuçuradi, Ankara, 1997, s.218). “Bu olasılık karşısında insanın duyduğu korku, onu vahşice korunma stratejilerine: “Ya ben ya onlar” stratejisine, her şeyi kendi eline geçirme, her şeye sahip olma stratejisine götürür. Yani kötülüğün mekanizmasının içine taşır” (a.g.e., s.219). “Ruhları barbar olanların, kulakları ve gözleri kötü-yalancı şahitlerdir” (Herakleitos). 

Zayıf bir ihtimal olsa da vicdan, kaynakları herkesle adil paylaşmayı da emredebilir. Marksizm, bir zamanlar böyle bir ütopyaya inandı: “Herkesten gücü-emeği oranında üretim/katkı; herkesin ihtiyacına göre paylaşım.” Ancak insanın bencil/egoist doğası, buna imkân vermedi. Siyasi bürokrasi kendi vicdansızlığı ile buradan acımasız bir “Parti Devleti” putu yarattı. Erich Fromm, bu seküler durumu şöyle tasvir eder: “Modern insanı sarmalayan peçeyi kaldırıp altına bakacak olursak, birey sayısı kadar çeşitli olan ilkel din biçimleri ile karşılaşırız. Bunların birçoğuna ‘Nevroz’ denmektedir. Ama bunlara gerçek dinsel adlarını koymak da mümkündür: Atalara tapınma, Totemcilik, Puta tapma, Törencilik, Temizliğe tapınma…” (Erich Fromm, Psikanaliz ve Din, Çev. Şükrü Alpagut, İstanbul, 1990, s.37.). 

Immanuel Kant’ın “Ödev Ahlakı” teorisinde olduğu gibi, “Kategorik Buyruk”a uyarak vicdanlı olma imkânı da vardır. Ancak, bir Nazi subayının, Nürnberg yargılamalarında itiraf ettiği gibi, bu ilkeye samimiyetle uyarak, Yahudileri gaz odalarına gönderdiği gerçeğini de unutmamak gerekir. “Benim yerimde her kim olsa, bu işi, gönül/vicdan rahatlığı ile yapardı.”

Kapitalizm ve Liberalizm sistemleri, Pragmatik ve Faydacı (Utilitarist) ahlak teorilerine yaslanarak, insanın vicdanına güvenerek (Hümanizm) politik ve iktisadi hayatı tanzim etmeye çalıştılar. Buradan da iki dünya savaşı ve dünyanın kolonileştirilmesi, yani Emperyalizm çıktı.

Yapay zekâ, dijital teknoloji, Dataizm, “güç istenci” ve bir sonraki aşaması “İstemeyi İstem”in (Will to Will), dinsiz vicdanın hayatı uzatma, insanın biyolojik sınırlarını genişletme ve elinden gelirse ölümsüzleşme projeleri olarak, hayatı, ruhtan-duygudan (vicdan) çiplere-robotlara aktarma işlemi olarak yeryüzünde insanlık için nasıl karanlık sonuçlar doğuracağı henüz meçhul.

Dindar Vicdanın Halleri

Dindar vicdan kavramı, aslında çelişik bir tabirdir. Çünkü “dindar” kavramı, genellikle -vicdanı iş başında olanı değil-; dinin “ilahi” emirlerini kendine kesin düstur edinmiş; vicdanını buna koşmuş, onları çoğunlukla körü körüne/taklit yolu ile tekrarlayan samimi insan demektir. Dindarın yaptıklarının “doğru”luğu, kendisine verilen ve kendinin de -çoğunlukla- körü körüne inandığı kesin ilkelerin, Tanrı’nın emirlerini ne kadar yansıttığına bağlıdır. Bunu başaracak olan da kendine “din-adamı (papaz-haham-imam)” veya “teolog/ilahiyatçı” denen kişinin yorum gücüdür. Dindar insanın vicdanı, inandığı “Tanrı”nın kavramına, karakterine, kişiliğine, sıfatlarına, imgesine göre şekillenir. Nihai otorite “Tanrı” imiş gibi görünüyorsa da aslında o imgeyi/kavramı/karakteri de yine vicdan oluşturuyor. Şöyle ki: 1- Peygamberin vicdanını kullanan Tanrı, “vahiy” yolu ile kendine Rahman ve Rahim bir karakter oluşturuyor (Esmau’l-Hüsna); 2- Ya da din adamları, teologlar ve mü’minlerin kendisi, “yorum” yolu ile bir imge/tasavvur oluşturuyor. Peygamberlerin Tanrı imgesi, insanlara karşı merhameti ve adaleti esas alır. Tanrı’ya minnet-şükran (iman) ve onun hatırını saymak ve rızasını kazanmak dindarlığın bir yüzünü; hemcinsimizin yüzünü-gözlerini muhatap alma, masumiyetin esas oluşu, mağduriyeti giderme, merhamet ise ikinci yüzünü oluşturur. Teologlar, din adamları veya mü’minler Tanrı’yı mutlak güç; imanı da kör-inanç olarak taklide dayandırırlarsa; o zaman şiddet, zorbalık ve işkence Tanrı adına kolayca meşrulaştırılabiliyor. Dinler tarihi, bunun şahididir.

Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler romanında kahramanlarından birine söylettiği: “Eğer Tanrı yoksa, her şey mubahtır” cümlesi, bazı dinsiz vicdanlar için doğru olabilir; ancak bazı ateistlerin, tersinden iddia ettikleri gibi: “Eğer Tanrı varsa, her şey mubahtır” cümlesi de bazı dindarlar açısından doğru olabilir. Ateistin durumu Kur’an’da: “Arzularını ilahlaştıranı gördün mü?” (45/23)  diye tasvir edilirken; dindarların durumu ise: “Allah’a iftira edenden daha zalim kim olabilir?” (29/68; 61/7) diye tasvir edilir. Ateistlerin durumunda vicdanın, kendi kendine her şeyi meşrulaştırma ihtimalini belirtirken; dindarların durumunda, arzuların, güç istencinin ve zorbalığın, Tanrı kavramı “aracılığı” ile dolayımlanabileceği ihtimalini ifade eder. Bir kabileye, ulusa veya dine körü körüne/taklit yolu ile bağlanmanın/güvenmenin oluşturduğu ahlaki bilinç durumlarının doğası hakkında Erich Fromm şöyle diyor: “İster ilkel kabilevi, ister ulusal, isterse de dinsel yapıda olsunlar, bu toplulukların çoğu, kendi varlıklarını sürdürmek ve önderlerinin/liderlerinin gücünü yüceltmek isterler. Kendi müntesiplerini, dışarda olup kendileri ile çatışanlara karşı kışkırtmak için, müntesiplerinin ahlaki duygularını sömürürler. Ama bir yandan da müntesiplerinin ahlak duygusunu, yargılama yeteneğini boğmak için kişiyi kendi grubunun ahlaki tutsağı durumuna getiren ensest türü bağlardan yararlanırlar. Böylece, müntesipler, ahlak ilkeleri başkalarınca çiğnenince, şiddetle karşı çıkarlarken; aynı ilkelerin, kendi müntesiplerince çiğnenmesine asla ses çıkaramaz hale gelirler.” Erich Fromm, Psikanaliz ve Din, Çev. Şükrü Alpagut, İstanbul, 1990, s.82.)

Türkiye’nin Vicdan Karnesi

Mehmet Âkif’in Safahât adlı manzum eseri, Osmanlı’nın çöküş döneminde dinsel vicdanın içinde bulunduğu durumu gayet iyi tasvir eder. Cebir anlamında bir tevekkül, softalık (Medrese) ve miskinlik (Tekke) olarak var olan dinsel bir muhayyile. İttihat ve Terakki’nin Batıcı ve Türkçü kadroları, bu muhayyileyi reddederek bireysel akıl ve vicdan üzerine vurgu yaptılar. Cumhuriyet’in kurucu kadrosundan M. Kemal’in “Hayatta en hakiki mürşit, ilimdir-fendir” özdeyişi, bu gerçeğin bir yansımasıdır. Cumhuriyet’in devrimci kadroları, ölü bir muhayyile olarak gördükleri Şeriat-Tarikat ve Hilafeti ilga ederken; ortada bireysel vicdan ve bilimsel yaratıcılığa kadir bir vüsat-istitaat olmadığı için, kolayca Batı taklitçiliğine savruldular. Osmanlı’nın geleneksel giysilerine/kıyafetlerine karşı çıkarken; yaratıcılıkları-yenilikleri, “Melon Şapka”ydı: “Bir şapka, bir maymun, bir eldiven/ve inkılap” (N. Fazıl). Cumhuriyet döneminde özlenen (?!) seküler ahlaki bir vicdan ve bilimsel yaratıcılığın ortaya çıkmaması, anlaşılmaz değildir.

1950’lerden itibaren tekrar yeşeren ve giderek palazlanan geleneksel dinsel bilinç, kendini önce “Sağcılık”; sonraları ise Milliyetçilik-Mukaddesatçılık-Muhafazakârlık ve Millî Görüş-İslamcılık olarak toplumsal hayatta ifade etti. Bu kişilerden ve bunların kanaat-siyaset önderlerinden, din adamlarından, karizmatik liderlerinden, şairlerinden, şeyhlerinden, “din/İslam-Sünnilik” Osmanlı’da neyi tutuyor ve neyi de tutmuyorsa, bunların dışında yaratıcı ve yeni bir şeyler görmedik. Bunlar, “Vaz-ı Cedit” yerine; bit pazarına nur yağmış gibi “Keşf-i Kadim” peşinde oldular. Bu da toplam olarak 2000’lerin başına kadardı. Ondan sonra da, -gömlek değiştirerek- “Biraz da biz ölelim” fehvasınca, yiv-set-kayış atarak, yalama yaparak “kitabına uydurarak”, “Hile-i Şeriyye”lere başvurarak eski ayak bağlarından kurtuldular. İbadetlerini boyunlarına asarak (taklit), kalpsiz (vicdansız) ve de “imansız” (ama itikadları/amentüleri bütün olarak) iktidarda arz-ı endam ettiler. Ama eğri oturup doğru konuşarak- itiraf edelim ki bütün bunlar, “Zeit-geist”ın (Çağın Ruhu) gölgesinde oldu. Çağın Ruhu ise, Güney Kore kökenli Alman Filozof Byung Chul Han’ın teşhis ettiği gibi büyük (Tanrı) ve küçük ötekinin (insan), acının, sabrın, ruhun, mahremiyetin, fedakârlığın, kutsiyetin… kovulduğu; narsisimin, performansın, başarının, hazzın, hızın, şeffaflığın, başıboşluğun (özgürlük), palyatifliğin, yapay zekânın (Dataizm)… yükseldiği bir dönemde oldu. Böyle dönemlerde Lokman Hekim veya Sokrates olmak sokak insanı için hayli zordur.

Herkes için/ortak doğru, iyi, adil, hak-hakikat belirlemede “Hakiki Mürşit”in kim veya ne olduğuna devrim ile karar verip derin bir ihtilafa düşmüş ve yer yer düşmanlaşmış bir atmosferden, iklimden çıkmak, herkes için ilk adım olmalı. Tanrının umut bağladığı “insan”dan bizim umut kesme hakkımız olamaz.

Sonuç: Uykusuzluk ve Eşikte Durma Olarak Vicdan

Toprağın içindeki altın misali, içgüdülere/biyolojiye ve tarihe/topluma/geleneğe gömülü olan vicdanı ortaya çıkarmak -zor olsa da- mümkündür. Vicdan, buralarda kendini kolayca kandırır. İnsanlığın tarihsel macerası ve bugün geldiği nokta bunu rahatça göstermektedir. Dinsizler, arzuların ve içgüdülerin içine karışmış olduğu bir “akıl” kavramı/tapınımı ile kendilerini kandırırken; dindarlar da yorum yolu ile oluşturdukları bir “Tanrı” veya “hakikat” imgesi ile kendilerini kandırabilmektedirler. Dinsizler ve dindarlar için de ortak çıkış yolu, sürekli tetikte olmak, teyakkuzda olmak, kül yutmamak, uykusuz olmak, eşikte durmaktır: “Ahlak yolu dardır; tetik bas, önü yardır” (Z. Gökalp). Vicdanı diri tutmak asıldır. Kur’an’da şöyle denir: “Peygamberin, vicdanı diri olanları uyarması… için Kur’an’ı indirdik” (36/70). Vahiy, insan vicdanı (lübb, basiret, şehit, fuad, kalb-i selim…) ile çalıştığı gibi; onun inter-subjektif/icma/oydaşma ürünü olan örf ve marufa da itibar edilir. O, dumura uğradıktan sonra, konuşmak gevezelik ve dırdırdır. Vicdan daima sızlar, kanar; “rahat” ettiğinde, çürüme-dumur, paslanma, taşlaşma, katılaşma ve hastalık başlamıştır. Vicdan, ötekini dinlemeye daima hazır olmaktır: “Eğer dinlemiş olsaydık veya akletmiş olsaydık; cehennem ehlinden olmazdık” (67/10). “Sular yükseldiğinde, inananları gemide kurtardık ki, (olay anlatılınca), kulak kesilen/kulak asan/kulak kabartanlar, dinleyip ibret alsınlar” (69/11-12). 

İstiğna ve istikbar, “şeytanlık” olarak herkesin baş düşmanıdır. Tevazu ise dostluğun anahtarıdır. Teyakkuz-tetikte olma durumu, dindarlarda “takva” olarak isimlendirilir. Takva hakkında Fazlurrahman şöyle diyor: “… ‘Takva’ kavramı ile ima edilen bu ‘kendini inceleme/nefis muhasebesi’, hiçbir zaman kendini her şeyden masun görme anlamına gelmez. Tam aksine; takvanın anlamının ayrılmaz bir parçası şudur: Bir insan davranışlarını düzenlemek için, kendini mümkün olduğu kadar nesnel şekilde nefis muhasebesine çekse de hiçbir zaman doğruyu seçtiğine dair bir garanti yoktur. Eğer bu nefis muhasebesi tek başına yeterli olsaydı, ‘Hümanizm’ mükemmelen işler ve böylece ‘Aşkın’a (Allah) ihtiyaç kalmazdı. Fakat insanların vicdanlarının ne kadar sübjektif olabileceğini biliyoruz. İşte ‘takva’, bizzat bu ‘Aşkınlık’a işaret eder. Zira, onun ima ettiği şey, her ne kadar seçim bizim, çaba/fiil de bizimse de; bizim yapıp-etmelerimiz hakkındaki nihâi ve gerçekten nesnel değerlendirme, bizim değil; Allah’ın yetkisindedir” (Fazlurrahman, “Kur’an’ın Bazı Temel Ahlaki Kavramları”, Çev. Adil Çiftçi, Allah’ın Elçisi ve Mesajı içinde, Ankara, 1997, s.14).

Allah da şöyle diyor: “Ey iman edenler, eğer muttaki olursanız, o, size iyiliği kötülükten ayıracak bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar” (8/29). “Kim muttaki olursa, Allah ona bir çıkış yolu açar…” (65/2).

Devamını Oku

İLHAMİ GÜLER HOCADAN MÜTHİŞ BİR KÜLTÜR YAZISI: TÜRKİYE’DE KÜLLENEN OCAKLAR

İLHAMİ GÜLER HOCADAN MÜTHİŞ BİR KÜLTÜR YAZISI: TÜRKİYE’DE KÜLLENEN OCAKLAR
5

BEĞENDİM

ABONE OL

“Ocak” kavramı, Türk kültüründe emin mekân, hayatiyet, asalet, aile, sağ-salim olmanın kurumsal metaforudur. “Aile Ocağı”, “Sağlık Ocağı”, “Ülkü Ocağı, “Türk Ocağı”, “Ocağına düştüm” vb. deyim ve isimlerinde olduğu gibi. Birine beddua ederken: “Ocağı sönsün” denir. Mehmet Akif Ersoy: “Korkma; sönmez, bu şafaklarda yüzen al sancak / Sönmeden, yurdumun üstünde tüten en son ‘ocak’” derken aileyi kastediyordu. Eğitim, kültür, sanat, mimari, din, bilim, hukuk ve siyaset de, toplumsal hayatı sağ-salim sürdüren ocaklardır. Eskiden bu “ocak”lar mükemmelen yanıyordu, ısıtıyordu, ışıtıyordu, yemek (hizmet) pişiriyordu iddiasında değilim; ancak bir biçimde “tütüyordu”, yani duman çıkarıyordu. Şimdilerde ise dumanları azaldı ve külleri çoğaldı. Şöyle ki:

Eğitim

Örgün veya yaygın olsun, “eğitim”in amacı, -meslek becerisi kazandırmanın ötesinde-; insana doğuştan getirdiği potansiyel kabiliyetlerini aktüelleştirme kapasitesini kazandırmaktır. Çocuklara merak etme ve hayrete düşme duygularını kazandırmaktır. Eğitim, salt bilgi yükleme faaliyeti değildir. Bir filozofun dediği gibi: “Hiç kimse, hiç kimseye hiçbir şey öğretemez; insanlara ancak hangi bilgileri, niçin ve nereden öğrenmeleri gerektiği/ihtiyacı öğretilebilir.” Halkımız, bu gerçeği: “Koyma akıl, akıl değildir”, “Bir kulağından girip öteki kulağından çıkmak” deyimleri ile ifade etmiştir. Türk Millî Eğitimi, başlangıçta ideolojik olarak bir “tür” vatandaş yetiştirme aygıtı iken; muhafazakâr hükümetler döneminde “dindar gençlik/nesil” yetiştirme amacına yönelmiş; son olarak da -internet ve “sosyal medya”nın gelişmesi ile- kimliği, kişiliği, karakteri belirsiz; “buraya (vatan/yurt)” ve “bu toplum”a aidiyet duygusu zayıf; idealist/ideolojik olmaktan çok hazcı/hedonist (egoist) bir nesil ortaya çıkmıştır. Politik-kimlik kavgası yüzünden, mevcut eğitim sistemi yeni kuşaklara “meslek becerisi” bile kazandırmayı becerememiştir. Ülkenin işgücüne ihtiyacı olduğu halde; eğitim sistemsizliği, üniversite mezunu “mesleksiz-işsiz” gençler üretmektedir.

Kültür-Sanat-Mimari

Kültürün özü; dünyanın ve ötekinin farkında olmak, ötekine karşı empati duymak (hem-hal olmak), adâb-ı muaşeret kurallarını bilmek-uygulamak, tolerans sahibi olmak, kendini sürekli geliştirmek-eğitmektir; medeni olmaktır. Kültürün bir unsuru olarak sanat, güzellik duygusunun ve yaratıcılık kapasitesinin tezahürü olarak müzik, sinema, tiyatro, tezhip, tezyinat, resim-heykelciliktir. Mimari, estetik yaşama sanatının yapıya, binaya, şehre yansımasıdır. Mimarinin özü, beton/bina değil; maneviyat/metafiziktir. Merhum Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir ve Turgut Cansever’in Kubbeyi Yere Koymak adlı eserleri, bu hakikati anlatır.

Osmanlı toplumunun kültür-sanat ve mimari tarzı, Cumhuriyet Devrimi ile Batı kültür-sanat ve mimari tarzı ile değiştirilmeye; bazı alanlarda sentezlenmeye çalışılmıştır. Bu da toplumda bir kültür-kimlik-kişilik krizi-kaosu yaratmıştır. Türk toplumu, geleneğin yaratıcı yenilenmesini başaramamıştır. “Kanon”lar yaratarak yenilenme yerine; bir avuç elit, -gerekçelerinin etik-ontolojik tartışmasına girmiyorum- devrimler yapmayı tercih etmiştir. Mehmet Akif, Ziya Gökalp, Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Kemal Tahir gibi yaratıcı yenilenmeyi savunan isimler başarılı olamamış; bu alanlarda Batı ve Gelenek taklitçileri daha çok taraftar bulmuştur. Şairlerden örnek vermek gerekirse, Tevfik Fikret ve Necip Fazıl, birer prototiptir.

Son yıllarda bu alanların hepsinde hızlı bir paçozlaşma yaşanmaktadır. Sosyal ve ulusal medyadaki seviye, bu paçozlaşmanın kültürel alandaki durumunun göstergesidir. “İftira ve küfür”, sosyal medyayı özetlerken; “yandaş” ve “muhalif” kanallarda yuvalanmış aynı düdüğü/borazanı öttüren ekipler, ülke sorunları üzerine sözde “tartışma” yapmaktalar. 

Rahmetli filozof mimarımız Turgut Cansever’ın onca boğuşmasına, bağırmasına rağmen son 20 yıldır “yatay mimari” terk edilmiş; rant uğruna şehirlerimiz “beton ormanı”na çevrilmiştir. Belediyeler, şehirlerindeki bir avuç tarihi dokuyu korumakla, bunun kefaretini ödediklerini sanmaktadırlar. Muhafazakâr müteahhitlerin, diktikleri kulelere verdikleri ecnebi adlar (Örneğin: “Gamador Galya”), neyi “muhafaza (!)” ettikleri hakkında bilgi vermektedir. Türkiye’deki şehirlerde İslam’ın damgasını yansıtan “mahalle”ler, “TOKİ” tarafından yok edilerek, meskûnları, güvenli insan “silo”larına dolduruldu. Heykele karşı olan muhafazakâr belediyeler, şehirlerinin-kasabalarının göbeğine kireçten yapılma kabak, karpuz, portakal vb. maketleri diktiler. Ankara’da, şehrin nefes alma yeri olan “Orman Çiftliği-Hayvanat Bahçesi”, teneke-çelikten yapılmış “Anka-Park”a dönüştürüldü ve çürütüldü. Bütün Avrupa şehirlerinde olduğu gibi, İstanbul’da da şehrin merkezinde olan Tren Garı (Haydarpaşa-Sirkeci) yerinden edilerek, mekânları, rant kaygısı ile “otelci”lere satılmaya kalkışıldı…

Bilim-Üniversite

Bilimsel düşünce, doğası gereği, dogmatik teolojinin değil felsefi düşünmenin meşru çocuğudur. Tarihte İslam dünyasında ve Modern Batı’da da bu, böyle olmuştur. Felsefi düşüncenin aktif olduğu dönemlerde İslam dünyasında da bilimsel keşifler yapılmış ve icatlar çıkarılmıştır. Katı dogmatik teoloji egemen olduktan sonra da, farklı, ilginç önerilere karşı: “İcat çıkarma!” düsturu egemen olmuş ve “doğru söyleyeni dokuz köyden kovmuşlar”dır. Batı’da da Felsefi düşünme, teolojik düşünmeyi tahtından indirdikten sonra bilimsel keşifler ve teknoloji gelişmeye başlamıştır. Osmanlı medreselerinde dogmatik teolojik düşünce talim-tahsil ve tedris edildiği (tekrar-taklit-geviş getirme) için, Batı’da meydana gelen bilimsel gelişmeler takip edilememiş ve toplum tarih dışına düşmüştür. Anadolu Türklüğü, “teolojik düşünme” aşamasına dahi geçemeden, mitolojik (mistik/menkıbevi) düşünme aşamasında kalmıştır. Cumhuriyet devrimlerinin, aktif olmayan teolojik düşünme ve felsefi düşünme aşamalarını atlayarak bilimsel düşünmeyi taklit etme girişimi (“Hayatta en hakiki mürşit, ilimdir, fendir” M. K. Atatürk) pek başarılı olamamıştır. Türk üniversiteleri, en fazla, Batı’da yapılan bilimsel keşifleri kendi dilinde veya tercüme yolu ile “ders/tedris” olarak okutmaya çalışmış; genç kuşaklarda ciddi bir merak, keşif, icat tutkusu yaratılamamıştır. 

Muhafazakâr yönetimler, üniversiteyi/bilimi değerli bir şey olarak görmüşler; ancak, künhüne, nasıl yapıldığına vakıf olamamışlardır. Üniversite sayısının artırılmasının esas motivasyon kaynağı bilim-teknik değil; inşaat rantı, şehirlere seçim yatırımı, taraftarlara istihdam kaynağı oluşturmasıdır. “Biz sayıları artırdık; siz de kaliteyi artırın” savunması, geçerli değildir. Üniversite sorunu, “sayı” sorunu değil, “kalite” sorunudur: Neyi keşfettin veya ne icat ettin? Türkiye’de sanayinin ve silah teknolojisinin gelişmesinde üniversitenin ciddi bir katkısı yoktur. ODTÜ, Hacettepe, Boğaziçi, İTÜ, Bilkent gibi Türk üniversitelerinin -düşük de olsa- bir zamanlar dünya üniversiteleri sıralamalarındaki yerlerinden oldukça gerilere düştükleri, aleni bir gerçektir. Nitekim 2013-2023 yılları arasında “Akademik Özgürlük Endeksi”nde Türkiye en alttaki yüzde 10’luk dilimde Mısır, Küba ve Kuzey Kore’nin de olduğu sıralamada üçüncü sırada yer almıştır.

Oysa sorun, üniversitelere “rektör” atama meselesine indirgenmiştir. Bugün üniversitelerde “Prof”luk yapanların büyük bir bölümünün kültürel-düşünsel kapasitesi, 30’lu, 40’lı, 50’li yılların “lise” mezunlarının altında seyretmektedir. Otopark binalarından dönüştürülen veya otoban üzerinde inşa edilen “Özel/Vakıf Üniversiteleri”, iyi birer “ticarethane” mesabesindedir.

Din

Mehmet Akif Ersoy’un Safahât adlı manzum eseri, Osmanlı İmparatorluğu çöktüğünde toplumun içinde bulunduğu dinsel hayatın bir terennümüdür. Cumhuriyet kadroları, çöküşten “eski rejim”i sorumlu tutarak “Hilafet-Şeriat ve Tarikat”ı ilga ettiler. Topluma çağdaş-seküler bir kimlik biçtiler. Toplumun kahir ekseriyeti, bu yeni kimliği benimsemeyerek (içerleyerek-uçuklayarak) içine kapandı ve kadim dinsel kimliğine dört elle sarıldı. Tarikatlar yeraltına çekilirken; halkın dini hamiyeti, yeni “cemaat”ler yarattı. Diyanet teşkilatı, devletin, dini kontrol altında tutma işlevini üstlendi. İmam-Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakülteleri ise, mevcut dini geleneği/teolojiyi, bir “tecdit”e tabi tutmadan, böyle bir vüsatı olmadığı için talim ve tedris etmeye koyuldu. “Bizim oğlan, ‘Bina (Arapça gramer kitabı)’ okur; döner döner yine okur” serzenişi ve “Et-tekraru ahsen; velev kâne yüz seksen=180 kere de olsa; tekrar, iyidir” düsturu, aynen devam etmektedir. 

70’li yıllardan itibaren, sivil olarak tarikat ve cemaatlerde kendini ifade eden dindarlar, “Millî Görüş” partileri ile siyasete yöneldiler. Belediye yönetimlerinde ortaya koydukları hizmetler ile de halkın güvenini kazandılar. 90’lı yıllarda merkezi hükumete ortak olmaları, askeri vesayet bürokrasisinde rahatsızlık yarattı (28 Şubat). 2000’li yılların başından itibaren “Millî Görüş”ten kopan bir ekip, “gömlek değiştirerek” AK Parti’yi kurdu. Son 20 küsur yılda dinin toplumdaki değerini Fetullah Gülen’in önderliğindeki “Hizmet Hareketi”nin “apolitik” görünümlü politik icraatları (devlete sızma) ve sonunda ortaya koyduğu “15 Temmuz Darbesi” girişimi; tarikatların holdingleşmesi ve AK Parti’nin, dinin -adı konmamış- “siyasal temsili” olarak (İslamcılık) ortaya koyduğu politik performans belirledi. İtikadı (“Amentü”) ve ibadâtı (“İslam’ın Beş Şartı”) tam olanın “dini bütün” olduğu varsayılarak; ahlak, büyük ölçüde görmezlikten gelindi. Hamdi Tayfur’un yayınlamış olduğu Dip Dalga-1 ve Dip Dalga-2 kitapları, bir biçimde din eğitimi almış dindar kesimden insanların dinden nasıl ve hangi gerekçeler ile soğuduklarını anlatmaktadır. Seküler kesimlerde de bu soğuma “Deizm”, “Agnostisizm” ve “Ateizm” olarak dillendirilmektedir: “‘İslam’ buysa; ben ‘Müslüman’ değilim.” Max Horkheimer, bu gerçeği şöyle ifade eder: “Ne var ki, bir doktrinin yüzey görüntüsü, hatta temel tezi, çoğu zaman, bu doktrinin toplumda oynadığı rol konusunda hiçbir ipucu vermez… İsa’nın doktrini de -kendi içeriği ve anlamına karşın- Haçlılardan çağdaş sömürgeciliğe kadar en gözü dönmüş saldırganlığın aracı olmuştur.” (M. Horkheimer, Akıl Tutulması. Çev: Orhan Koçak. İst. 2023. s. 121.)

Türkiye’deki bu gelişmeleri, dünyanın içinde bulunduğu genel durumdan soyutlayarak anlamak mümkün değildir. Modernite (Aydınlanma-Endüstri Devrimi) öncesinde insanlar, kolayca dindar olabiliyorlardı. Dindarlığın kaynağı, insanların ihtiyaçlarını doğadan karşılamaları (lütuf, rızık, nimet, rahmet…) ve doğa ile iç içe yaşamaları idi. Ruh/vicdan, diri (hayy) olduğu için, Tanrı’ya ve Ahirete kolayca inanabiliyordu. Aydınlanma ile birlikte Tanrısal olan “ruh”tan beyinsel/bedensel/biyolojik olan “zekâ”ya (zihin/mind), yani hesaplamaya (matematiğe-mantığa) geçildi: Bilim-Teknoloji. Teknoloji, insanları kendi eli ile yarattığı bir fanusa (Tekno-City) hapsetti. İnsanın ayağı yerden kesildi ve uçmaya başladı. “Ne oldum delisi oldu” ve Tanrı’ya kafa tuttu ve onu unuttu: “Tanrı Tutulması (M. Buber)” yaşandı. Hatta O’nun “öldüğü” ilan edildi. Bunu da, derin psikolojik kavrayışı olan Nietzsche görebildi. “Güç İstenci” ve “Ebedi Dönüş (Nihilizm)”, Batı insanının (“Sarışın Canavarlar”-Nietzsche) Dünya Görüşü (Metafizik) Utulitarizm ve Pragmatizm ise -“uğrundalık” değil; “için”lik olarak (H. Arendt)- ahlak/yaşam felsefesi olarak kendini siyaset, hukuk ve iktisatta somutlaştırdı (Kapitalizm-Ulus-Devlet). Kolonyalizm, iki Dünya Savaşı, Nazizim/Faşizm, Komünizm… ve son olarak Gazze Katliamı, bu felsefenin somut sonuçlarıdır. 

Teknolojinin son aşaması olarak dijitalleşme, “Dataizm” olarak Batı tarafından bütün insanlığın son dini olarak lansa edilmektedir (“Homo Deus”, Y. N. Harari). Bedenin-beynin, teknolojiye eklemlendiği bu aşamada (“Post-Hümanizm”), artık Ruh’un ve Hakikat’in, dolaysıyla da Dinin-Tanrı’nın yeri yoktur (Post-Truth). Herkes, elindeki telefonun içine düşerek kalbi, kalbura çevrildi. Tanrının öldüğü; ona bağlı, onun işi olan Ruh’un buharlaştığı bu ortamı, yine Nietzsche (Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı kitabında) derin sezgisi ile: “Çöl, genişliyor; vay haline çölü görmezden gelenlerin” diye teşhis etmişti. Böyle bir dünyada (Zeit-Geist) ruh/vicdan kalmadığı için; sonuç olarak din-iman da kalmaz. Bireysel performans (narsizm), ötekinin kovulması, mahremiyetin mahvı, şeffaflaşma, palyatiftik, pornografi, depresyon, haz ve hız, insanların genel karakteri haline geldi (Byung-Chul Han). Çünkü peygamberin uyarısını ancak vicdanı diri olanlar anlayabilir (36/70). Çölde saksı mesabesinde küçücük vahalar (vidan-din) olabilir: Gazze katliamı, dünyanın birçok yerinde protesto edilmekte; Amerika’da vicdanlı bir asker kendini Pentagon’un önünde yakarken Araplardan hiç ses çıkmıyor; Türkiye’de de İsrail’i protesto için sokaklara “Coca-Cola” dökülüyor. 

Hukuk

Avrupa’da gelişen “Hukuk Devleti”, vicdanın, dinin ve ahlakın ürünü değil; menfaatin altın kuralı olan “Ayağıma basma; ayağına basmayayım” ilkesine dayanır. Bu ilke, yaklaşık 300 sene süren din, sınıf ve ırkçılık iç-çatışmalarının, savaşlarının doğurduğu yorgunluğun sonucu olarak geliştirilmiştir. Tehlikenin “yakın” olduğu yerlerde (içerde) uygulanır; tehlikenin “uzak (öteki)” olduğu yerlerde ise (dış politika) uygulanmaz; haydutluk yapılır. 

İslam’da ise “hukuk”, el-Hakk olan Allah’ın sıfatının tecellisi olarak hak, hakkaniyet, hakikilik, insaflı olmaktır. Vicdanın ve imanın yansıması olarak ahlaktır. Hukuk kurma çabası, yeryüzünde “Tanrılık”, “Rahmanilik” rolü oynamaktır. Kendi kendini kandırma tehlikesi olan vicdanın sübjektifliğinden kaçarak ilkeye, kuruma, kurala, otoriteye (devlet) yaslanmaktır. Suçu ve cezayı mümkün olan oranda objektif olarak tanımlama/kurala bağlama yerine; hâkime iki-üç kat “takdir yetkisi (nesafet)” vermek; vicdansız toplumlarda rüşveti ve iltiması artırır. “Kanun” veya “KHK”, zorbalığın veya kendini kandırmanın ürünü olabilir; ancak hakkaniyet-hukuk, adalet, insaf idesi (Gözü Bağlı Kız, Kılıç, Terazi), daima yukarda/başın üstünde sallanmalıdır. Kanunsuzluk, kanundan daha beter olduğu gibi; kanunu uygulamamak veya etrafını dolanmak ise sahtekârlıktır. Muhatabı kim olursa olsun, onun hakkını ve hukukunu teslim edemeyen kişi, insan ve Müslüman olamaz. “Biz” diyebilmenin “hakiki-dip/derin” kriteri dil, ırk, inanç (mezhep-meşrep), ideoloji (parti) vb. değil insaf, adalet ve ahlaktır.

Türkiye’de “hukuk”, Batı’da olduğu gibi menfaatin altın kuralına bağlı olarak oluşmadığı gibi; vicdan, iman, ahlak saikleri ile de oluşmamaktadır. Çünkü bunların kaynağının kuruduğunu, yukarda “din” ocağının sönmesi bahsinde izah ettik. Türkiye’de “devlet” gücünü ele geçiren siyasal ekip/esnaf, kendi iradesini, güç istencini, çıkarını, çıkardığı “kanun”lar ile “hukuk” kılıfının içine sokmaktadır: “Minareyi çalan; kılıfını hazırlar.” “Hile-i Şeriyye” ve “kitabına uydurma” deyimleri, halkımızın hukuksuzluğunu ifade eder. Trafikteki “şerit değiştirme” refleksi/yoğunluğu, toplumumuzun, hukuka itibar etmediğinin somut göstergesidir. Dün böyleydi; bugün daha da beter.

Siyaset

Siyaset, özü itibarıyla bir toplumun kendini oluşturması, koruması ve devam ettirmesi çabasıdır. Bu da güç, rıza ve adalet ile yapılır. Kur’an’da siyasetin güvenlik boyutu “Cihat”, rıza ve adalet boyutu ise “Sözleşme (Ahit/Akit)”, “Emanet”, ve “Emaneti ehline vermek” olarak vazedilir. Dış düşmanlara karşı güçlü olmak gerektiği gibi; içerde de rıza ve adalet yaratılması zorunludur. İç politika, rıza ve adaleti terk edip zorbalığa ve zümre çıkarına yöneldiğinde; siyaset, “Rahmani/Ahlaki” niteliğini kaybedip şeytanileşir (şeytana uyulur). Muaviye, bu tarz siyaseti İslam tarihinde ilk olarak icra eden kişi; Makyavelli ise, bu tarz siyaset yapmayı “teori”leştiren ilk kişidir. 

Sandık/seçim ve demokrasi, iç siyaseti, yarış-rekabet halinde oyun kurallarına göre yapmaktır. Siyasetin hukuk, din (istismar), sanat, kültür, bilim alanlarını istila ederek “her şey”leşmesi, onun maksadını çürütür. Kamu maslahatı yerine kişisel veya zümresel iş, iaşe, çıkara dönüşmesi de, onun amacını felç eder. Türkiye Cumhuriyeti’nin, politik-kültürel bir devrim ile kurulmuş olması, başta siyasetin “her şey”leşmesini doğurduğu gibi; siyasetin temeli olan “dost-düşman” ayrımını, ahlak (adalet-zulüm) üzerine değil; inanç/din ve dil üzerinden yapmayı doğurmuştur. Böylece siyaset, başından beri “kimlik siyaseti” olarak icra edilmektedir. Vicdanın büyük ölçüde buharlaşması ile de siyaset, kamu maslahatı temininden çok; kişisel veya zümresel çıkar maksimizasyonuna dönüşmüştür. 70’li yılların canını vermeye hazır sahici politik kimlikleri olan Partizan, Militan, Devrimci, Akıncı, Ülkücü, Mücahitleri, şimdilerde gerçek kimliğini ve yüzünü dahi gösterme cesareti olmayan çakal karakterli “Troll”lere dönüşmüş durumda. Siyasetin özü olarak “idare-i maslahat” deyimi, Türkçede “sahtekârlık” anlamına kaymıştır. Siyaset, büyük oranda mesleksiz muhterislerin mesleği haline dönüşmüştür.

Ekonomi

Son 20 yılda büyük ölçüde siyaset-bürokrasi aracılığı ile “kamu hazinesi”nden (rant, emlak, vakıf, faiz, döviz, borsa…) zengin olma; emek-alın teri, risk-ticaret, üretim-icat çıkarma ve meslek ile (gerçek ekonomi) kazanç sağlamanın yerini aldı.

Sonuç

Marifet, meziyet, Müslüman olmak, insan olmak; ocak kurmak, ocak yakmak, ocak tüttürmek, tütmesi için odun atmak ve üflemektir; ocak söndürmek değil. Bugün “AB-Evi”ni dünyanın gerisinden ayıran temel husus, toplumsal hayatı barış içinde tutabilmek için köklü ocaklar/kurumlar kurmuş olmalarıdır. Dünyanın her yerinde bu kıtaya mülteci göçünün arkasındaki gerçek budur. “İnsanın namuslu ve cesur olmasının alameti -gerektiğinde- kendine saldırabilme ve düşmanını takdir edebilme yetisidir” (Nietzsche). Kur’an’da şöyle der: “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutun. Adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz (düşmanlığınız), sakın sizi adaletsizliğe sevk etmesin” (5/8).

Devamını Oku

İSLAM-ŞERİAT İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA SABİT DİN-DİNAMİK ŞERİAT

İSLAM-ŞERİAT İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA SABİT DİN-DİNAMİK ŞERİAT
2

BEĞENDİM

ABONE OL

Son zamanlarda İslam-Şeriat ilişkisi, Türkiye’de tekrar toplumsal kutuplaşmayı tahrik etmek için suni/kasti olarak gündeme getirildi. Oysa sokak insanımızın hakikatte böyle bir gündemi yoktur. “28 Şubat Dönemi” nde de aynısı tekrarlanmıştı. Benim de içinde olduğum “İslâmiyât” dergisini çıkaran akademik ekip, “Şeriat” özel dosya sayısı çıkarmıştık (Cilt-1,sayı: 4. 1998). Alanında uzman akademisyen, düşünür ve tarihçi hocalarımızda makaleler alarak konuyu aydınlatmaya çalışmıştık. Dergide yazısı olanlar: Mehmet S. Hatipoğlu, Roger Garaudy, M. Abid El-Cabiri, İlhami Güler, Muhammed Arkoun, W. Cantwel Smith, Ali Dere, Himmet Konur, İlber Ortaylı, Halil İnalcık, Ercüment Kuran, J.M.S Baljon, Enis Ahmet, Adil Çiftçi, M. Hayri Kırbaşoğlu, Mahfuz Söylemez, Hidayet Şefkatli Tuksal, Mansurizade (1864-1923). Kendisi ile “Şeriat” üzerine soruşturma yapılanlar ise: Hüseyin Atay, Nasr Hamid Ebu Zeyd, Hasan Hanefi, Hüseyin Hatemi, Hayreddin Karaman ve Seyyid Hüseyin Nasr’dır. Bu konu ile ilgili benim yazdığım makale ve sunduğum akademik tebliğ metinlerini, “Sabit Din Dinamik Şeriat (Ank. 1999)” başlığı ile kitaplaştırmıştım.

1- İSLAM-ŞERİAT İLİŞKİSİ

Ebu Hanife başta olmak üzer, klasik ulemamız, evrensel “İslam” dini ile onun, tarihsel (peygamber-vahiy) aktüelleşmesi olan “Şeriat”ı birbirinden ayırmıştır. Hz. Nuh’tan Hz. Muhammed’e kadar olan peygamberlerin dini olan “İslam” sabit/değişmez; şeriatları ise, muhtelif/değişkendir. İslam’ın özü İman (Tevhit-Mead-Nübüvvet), ibadet ve ahlaktır. Burada “İman” ilkesi asla değişmez; ancak ibadetlerin şekli-şemaili toplumdan topluma/dile göre değişebilir:” Her ümmet için uygulayacağı ayrı bir ibadet yolu belirledik. O halde, bu konuda seninle tartışmasınlar.” (22/67, 34). Yani, Allah’a “İbadet” etmek, dinin özü olarak değişmez; ancak, ibadet şekilleri (menasik) değişebilir. Ahlaka gelince, bütün dillere çevrilebilen ve Allah’ın insanlarda yarattığı vicdan kapasitesi ile geliştirdiği ve peygamberlerin de desteklediği, tashih ettiği adalet, yardım, barış, dürüstlük, merhamet, minnettarlık… gibi kurallar, değişmez ve dindir. Ancak, bunların hukuk, siyaset, iktisat gibi somutlaşmaları (şeriat), toplumdan topluma ve tarihten (zaman) tarihe değişir: “Her bir topluma ayrı bir şeriat ve yol koyduk. Oysa isteseydik, hepinize tek bir toplum yapardık. (Böyle yapmadık). Sizi denemek için böyle (çoğul) yaptık.” (5/48). “Bir hükmü (ayet) değiştirdiğimiz de, ondan daha iyisini getiririz”(2/106). “Biz, bir hükmü (ayet) değiştirip, yerine başka bir hüküm getirdiğimizde- ki Allah ne yapacağını gayet iyi bilir-, onlar: “Sen, uyduruyorsun” derler.” (16/101). “…Her dönemin kendine has bir hükmü (kitap) vardır; Allah, dilediğini imha eder; dilediğini de sabit tutar…”

(13/38-39). “Mecelle” de formülleştirilen “Ezmanın tağayyuru ile ahkâmın tağayyuru inkâr olunamaz (Zamanın değişmesi ile hükümlerin değişmesi inkâr olunamaz)” ilkesi de, bunu ifade eder.
Din/İslam ile şeriat arasındaki ilişki ruh/omurga-iskelet ve beden-elbise arasındaki ilişkiye benzer. “Olması Gereken” olarak, ruh/omurga değişmez; beden-elbise ise, toplumdan topluma ve çağdan çağa değişir. Başka bir benzetme ile bir şehrin yeri ve ismi (adres) değişmez; ancak mimarisi, ekonomisi, kültürü ve demografisi değişir, gelişir, yenilenir.

İslam’ın erken tarihinde Kur’an’ın muhtevasının nüzulüne muvafık İçtihatları/ön-deyileri ile katkıda bulunmuş olan Ömer b. Hattab (“Muvafakвt-ı Цmer”), Hz. Muhammed’in ölümünden sonra da şeriat alanında tecditlerini (re-form) sürdürmüştür. Ancak, Ahmed İbn Hanbel ve İdris eş- Şafii önderliğindeki Sünni-Arap aklı (“Ehl-i Hadis/Selefilik”), bunu engelleyerek Nassı, yorumsuz bırakarak Allah gibi (“Kelam-ı Kadim”) mutlaklaştırdı, dondurdu, dogmatikleştirdi. Ebu Hanife’nin “İstihsan” metodu, Mutezile’nin “İstihkak” ilkesi, Ömer’in metodolojik ruhunu devam ettirmek istiyordu; ancak başarılı olamadı. İmam Şafii’nin kurduğu “Fıkıh Usulü” ve Eş’ari’nin geliştirdiği “Kadercilik” itikadı ve Muaviye’nin zorla kurduğu “Saltanat” rejimi, Sünnilik= İslam olarak somutlaştı.

Geleneksel ulema, şeriatları “Nesh” etmenin, Allah’ın yetkisinde olduğuna; son şeriattan sonra bu kapının Kıyamete kadar kapalı olduğuna dogmatik olarak inanmıştır. Şeriat nesh etmenin gerekçesi hâşa keyfilik/kapris olmayacağına göre; toplumsal yaşamın dinamik ve değişken olması hikmetine bağlı olmalıdır. Toplumsal değişmenin yedinci yüz yılda Arapların durumunda durduğu kanaati, sadece dogmatik bir inançtır. Maturidi, Tefsirinde Hz. Ömer’in içtihatlarını “İçtihadi Nesh” olarak kavramsallaştırmıştır ve doğrudur. “Âlimler, peygamberlerin varisleridir” hadisi eğer geçerli ise; bu sorumluluğu, ulema üstlenmeliydi. Ancak, onların kahir ekseriyeti, bu sorumluluktan kaçındılar. Bunun yanı sıra İstisnalar, “Şaz” ve “Bidat” olarak dışlanmışlardır. Çağımızda Pakistanlı âlim rahmetli Fazlurrahman, neshi içeren içtihat sorumluluğunu, “Tarihselci Kur’an Yorumu” ile teorileştirdi.
Bugün gerek İslam dünyasında, gerekse Türkiye’de Şeriat karşıtlığının sebebi, bu yanlış kurulmuş, eskimiş, yıpranmış, altı oyulmuş, tarihte kalmış ve yer yer çürümüş unsurların, insanları irite etmesidir. Dolayısıyla, İslam= Sabit Şeriat formülü doğru değildir. İslam, dinamik ve dogmatik olarak iki şekilde de somutlaşabilmektedir.

Şeriat’ın tarihsel tecessümü, – sorumlusu ulema olan yanlışlıklar içermesinden öte- toplumdan topluma ve tarihten tarihe farklılık gösteren bir gerçektir. Türk toplumu, Fukaha’nın formülleştirdiği “şeriat” a fazla itibar etmemiştir. Osmanlı “Devlet” örgütlenmesi, Türk “Töre”si, Bizans etkisi ve İslam Şeriatının kesişmesine bağlı olarak oluşmuştur. Halk ise, şeriattan ziyade, Tasavvuf/Tarikat meşrep olmuştur. Türklerin bir kısmı Alevi-Bektaşiliği, diğer kısmı da Nakşiliği,Kadiriliği, Mevleviliği… benimsemiştir. Neyzen Tevfik’e atfedilen “Şeriat, bu kuluna kaba geldi Ya resulullah” ifadesi, Türklerin bir kısmının Sünni “şeriat” ile arasındaki mesafeyi ifade eder. Kayseri’de “Hunat” Cami-i Kebiri’nde Cuma günü ateşli bir “şeriat talebi” vaazı dinleyen yetmiş yaşlarında ihtiyar bir amca, ayakkabıları elinde camiden çıkarken kendi kendine: “Şeriat getirecekmiş; ne varsa sanki.” sözü, benzer şekilde, ortalama Anadolu insanının, “Şeriat” ile olan mesafe duygusunu ifade eder.

Devrimlerle birlikte “Şeriat-Hilafet ve Tarikat” ilga edilmişti. Türk halkı devrimden sonra Şeriat ve Hilafetin ilga edilmesine ses çıkarmadı; ancak, dini sembollere (Ezan, Başörtüsü, Cami, Hac, Kur’an Kursu…) ve Tarikatların ilgasını hazmedemedi; bir müddet, yer-merdiven altında saklandıktan sonra tekrar açığa çıktı. Bugün, Tarikatlar ve Cumhuriyet döneminde oluşan “Cemaatler, -azınlık da olsa-, bütün versiyonları ile birlikte varlıklarını sürdürüyorlar.

2- ŞERİATIN YENİLENMESİ

İslam= Sabit Şeriat “itikad”ında olan “Şeriatçı”ların durumu, -teşbihte hata olmaz- motoru sağlam, kaportasının ilk modeli 610-632 de; diğer modelleri “Fıkıh-Kelam” disiplinleri ve reel politik tarafından klasik Tarım ve İmparatorluk dönemlerinde üretilmiş bir aracı, bugün piyasaya sunmaya benzer. Sayın cumhurbaşkanımızın “Faiz” konusunda böyle bir teşebbüsünün (“Nass var, Nass”), yakın zamanda ülkemize neye mal olduğunu hepimiz biliyoruz.

Kur’an’ın oluşturduğu şeriat, inzal olduğu Arap toplumunun hazır-bulunuşluluğu ve toplumun ihtiyaçları doğrultusunda, Allah tarafından, insan vicdanına (Kalb-i selim, Lübb, Basiret, Fuad…) yaslanarak gerekçeli (Li, Key, İzen, Hatta, Lealle…) olarak oluşturulmuştur. Fukaha, bu yöntemi terk ederek, nassları (Kur’an-Sünnet/Hadis) dondurmuş ve sürekli onları lafzen “İstismar=Meyvelendirme” ederek sorun çözmeye çalışmıştır. Bugün şeriatı yenilemek için yapılması gereken, Nassları içselleştirdikten sonra Allah’ın ve Hz. Muhammed’in muradını Kamu Maslahatına, vicdana, akla ve ahlaka dayalı bir “dil” ile şeriatı yenilemektir; onu, aynıyla taklit etmek değil. Dini sembol, kavram ve kıymetlere (Allah, İslam, Ayet, Hadis, Şeriat…) aleni atıf yaparak kendini “Temsil” makamında görmek, son derece tehlikelidir. Dinler (Yahudi-Hristiyan-İslam) Tarihi göz önünde tutulursa; bu tavırdan üç büyük tehlike doğmaktadır: 1- Dogmatizm, 2- Totalitarizm, 3- Din istismarı. Her üç olgunun, üç dinin tarihinde ve günümüzde nasıl sonu gelmez bir iç savaşa (“Dine karşı Din”-Ali Şeriati) sebebiyet verdiği herkes için alenidir. (Geniş bilgi için bkz: İlhami Güler, “Reel Politikada Dini Değer, Kavram ve Sembollere Atıfta Bulunmanın Doğurduğu Sorunlar”. Politik Teoloji Yazıları adlı kitabın içinde. Ank. 2010. s 65-89)

3- SONUÇ

İslam=Sabit/donmuş Şeriat formülü, dogmatik bir inançtır. Toplumu, bu tartışmalar üzerinden bölmek, yanlıştır. Doğru olan, “Sabit Din Dinamik Şeriat”tır. İslam dünyası, bu hakikati keşfedecek sorumlu düşünürler ve âlimler beklemektedir.

Devamını Oku

TÜRKİYE’DE SİYASETİN HER ŞEY’LEŞMESİ VE ŞAHSİ-ZÜMEESEL ÇIKARA DÖNÜŞMESİ

TÜRKİYE’DE SİYASETİN HER ŞEY’LEŞMESİ VE ŞAHSİ-ZÜMEESEL ÇIKARA DÖNÜŞMESİ
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi İlhami Güler “Siyaseti, önce ‘her şey’ olmaktan; sonra da ‘ekonomi’ olmaktan çıkarıp ‘pratik ahlak’ olarak konumlandırmaktan başka bir yol yok” diyor.

Modern dönemde (19 ve 20. Yüzyıllar) siyaset, Marxizm, Nasyonal Sosyalizm (Nazizm) ve Milliyetçilik ile “Her şey” olarak kodlandı. Ulus Devletlerin Giyotin gibi işleyen “Kimlik Teknolojileri (M Foucault)” böyle doğdu. Bu ideolojileri yansılayan dini fundamentalist politik ideolojiler de benzer şekilde siyaseti “Her şey” olarak gördüler. Hele politik “İslamcı” lar, “Tevhid” ve “Hakikat” kavramlarına haiz olmaları hasebiyle; bu eğilime kolayca ve adamakıllı teşne oldular. Filistin Kökenli Amerikalı Akademisyen Wael Hallaq, Türkçeye “İmkвnsız Devlet” olarak çevrilen kitabında bu serüveni anlatır. Arapça kökenli olan “Siyaset” kavramının etimolojisi ise, -Türkçedeki “Seyis”, buradan gelir- “At Terbiyeciliği”dir: “Toplum Mühendisliği” (?!). Algı ve aldatma ile toplum yönetme. Oysa, Kur’anî bir kavram olan “Tedbiru’l-Emr” ifadesi, politik faaliyeti bu kavramdan daha doğru ifade eder. Hele “Şura” ile yapılırsa.

II. Dünya savaşından sonra Avrupa’da Liberal-Demokratik, Laik, Anayasal “Hukuk Devleti” fikri gelişmeye başladı. Böylece Siyaset hukuk, iktisat, din, sanat, bilim ve askerlik gibi toplumsal formasyonların yanında “Bir şey” olarak görülmeye başlandı. Bu atmosferde, Dış politika olarak siyaset, “Çobanlık (Güvenlik)”; İç politika olarak da, -Liberal teoride- “Gece Bekçiliği” veya diğer teorilerde toplumsal formasyonların “Koro Şefliği”dir. İdeolojik “Koro” kurmak veya “Konser” vermek değil. Siyasetin “Her Şey” leşmesi, medeni hayatın narin/nazik, ihtimam gerektiren birçok veçhesini, alanını, boyutunu hoyratlaştırır.
Türkiye, yirminci yüzyılın başında politik ve kültürel bir “Devrim” ile kurulmuş bir devlet-toplumdur. Dolayısıyla Türkiye’de siyaset, iktidar ve muhalefet açısından baştan beri “Her şey (Hayat-Memat)” olarak gerçekleşmektedir. Siyaseti deruhte eden kesim ise, iki binlerin başına kadar, kendini M. Kemal Atatürk’ün “Ehl-i Beyt”i olarak gören Askeri Bürokrasiydi (Vesayet Rejimi). Yukarda saymış olduğumuz toplumsal formasyonların tamamı, siyasetin altında şekillenmekte ve işlemekteydi. Siyaset, vesayet altında olsa bile; Türkiye’de uzun süre boyunca Bakan, Milletvekili olmak; Hâkim, Âlim, Prof., Düşünür Sanatçı, Zengin… olmaktan daha saygın ve nüfuzluydu. Buralardan siyasete bir eğilim/akış vardı.

Dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de politik yelpaze yani “Merkez (Liberal-Demokrat)”, merkezin “sağı” olarak “Milliyetçi” ve “Muhafazakâr”lık; merkezin “solu” olarak da Sosyal Demokrat, Sosyalist, Komünist partiler ve ideolojiler vardı. Sosyalizmin çökmesi ve 1980 Askeri ihtilali ile birlikte siyaset, Türkiye’de yeniden formatlandı. Ancak yine “Her şey” idi. İki binlerin başından itibaren “The Cemaat/Hizmet Hareketi” ve Ak Partinin işbirliği ile “Her şey” olarak siyasetin “Vasi”si olarak “Askeri Bürokrasi” tasfiye edildi. Siyaset, sivilleşti. İki binli yılların başından itibaren “Avrupa Birliğine Uyum Yasaları” ile, siyasetin dışındaki toplumsal formasyonların nispi özerkliğine şahit olduk, sevindik ve umutlandık. Ancak Fetullah Gülen (Cemaat) ile Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın teolojik yorum farkları ve politik hedeflerinin örtüşmemesi, iç çatışma yarattı ve Fetullah, “FETÖ” olarak tasfiye edildi. Bundan sonra “Her şey” olarak siyasetin kontrolü, büyük ölçüde sayın R. Tayyip Erdoğan’ın eline geçti. Siyasi rejim olarak da “Parlamenter Sistem”den “Başkanlık Sistemi”ne geçtik.

Pandemi, Göç Sorunu ve Küresel Ekonomik Kriz, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de siyaseti büyük ölçüde ekonomileştirdi. Siyaset, normatif bir disiplin ve formasyon olarak içinde ahlak barındırır. Kamusal bir etkinliktir. Kamu maslahatını temin etme çabasıdır. Oysa, arzuların şelale; kaynakların kıt ve erişimin zor olduğu bir dönemde, etkinlik olarak salt “Ekonomik” saik, siyaseti çürütür. “Devlet” yapılanmasının, politik olarak güçlü ve ekonomik olarak geniş imkânlara (Kamu Hazinesi) sahip olduğu Türkiye gibi toplumlarda, iktidar ve muhalefet olarak “siyaset” rant, çıkar maksimizasyonu etkinliğine dönüşür; sermaye el değiştirir. Ekonomi, büyük ölçüde reel üretim icat çıkarma (teknoloji), ticaret ve “alın-teri/emek” kaynaklarından uzaklaşarak spekülatif (faiz, emsal/emlak, döviz, altın, borsa, şans oyunları, define avcılığı, kara-para…) hale gelir.

Gel ki, Tayyip bey, Belediyeden geldiği için, siyaseti hep rant-ticaret (Win-Win=Al Gülüm-Ver Gülüm) kapısı olarak gördüğünü; “Krizleri Fırsata Çevirme” konusunda uzman olduğunu biliyorduk. Siyaset, merkezi iktidarda olduğu gibi; Yerel Yönetimler/Belediyelerde de rant/çıkar elde etmenin aparatlarına dönüştü. Normal olan, Ekonominin siyaseti izlemesi iken; Ülkemizde siyaset, kişisel ve zümresel çıkara bağımlı hale geldi. Ekonomi teknolojiye, üretime, ticarete dayanmaktan ziyade; -Tarım’ın zayıfladığı- Toprağa/Doğaya bağımlı (İnşaat-Enerji/Hes-Madencilik-Turizm) bir Ekonomik politika tercih edildi. Para kazanmak uğruna, Avrupa’nın “çöplüğü” olmaya bile razı olduk. “Tabiat Ana”mız, “Köstebek Yuvası”na dönüştü.

Son seçimlerde Belediye başkan adaylığı için partilerde verilen mücadelenin yoğunluğu, Siyasetin, şehir rantlarını kontrol etme ve şahsi-zümresel çıkara dönüştüğünün belirgin bir kanıtıdır. Seçilmek isteyenlerin, kıran kırana savaşı dışında; seçmenlerde fazla bir umut ve heyecan yoktur. Bu durum “Siyaset”in bittiğinin somut bir kanıtıdır. Son dönemlerde İstanbul’un Uluslararası Uyuşturucu kartellerinin ve mafya babalarının barınağı haline gelmesi; yabancı şirketlere kontrolsüz ve sıkı denetimsiz maden işletme ruhsatlarının verilmesi (Sömürge Madenciliği), Ekosistemin ve insanların, salt ekonomik “Kaynak (Altın-Para)” olarak görünmeye başladığının kanıtıdır. Heidegger’in dediği gibi, Teknolojik-(Pragmatik/Kapitalist) düşünme, doğayı el-altında hazır stok, rezerv, kaynak, teçhizat, donanım olarak görmeye başlar. Şirketlerdeki “İnsan Kaynakları” departmanı (isimlendirmesi), bunun kanıtıdır. Onun bir ayet, rızık, inam, ihsan, ikram, lütuf ve rahmet olduğu unutulmuştur.

Bu atmosferde “Parti”, artık politik bir organizasyon olmaktan çok, ekonomik-anonim bir “şirket”tir; “Partili”ler de âdeta ortaklardır. Siyasetin “Her Şey” olduğu iklimde Sol-Sağ siyasetin birer onur/itibar ifadeleri olan “Partizan” veya “Militan” olmanın canına ot tıkanmıştır. “Eski Tüfek”, “Ağır Abi” solcular, şirket yönetim kurullarında üye; “Mücahit”lerin çoğu, müteahhit; bir zamanlar: “Vatanım, ha ekmeğini yemişim; ha da uğruna bir kurşun” diyen “Ülkücü”lerin çoğu, mafyöz ilişkilere bulaşmış ve savrulmuştur. Örneğin, uyuşturucu mafyasına karşı olan bir ülkücü (Sinan Ateş), güpegündüz Başkentin göbeğinde kurşunlanarak öldürüldü ve failleri, hâlâ bulunamadı. “Irmağının akışına ölürüm Türkiyem” türküsünü söyleyenlerin, “gümüş dere”lerin kirlenmesine/zehirlenmesine/ziftlenmesine, ormanların-zeytinliklerin talan edilmesine, toprağın satılmasına, dağların köstebek yuvasına dönmesine, şehirlerin beton ormanına çevrilmesine, sahillerin peşkeş çekilmesine… gıkları bile çıkmıyor.

Muhalefete gelecek olursak, CHP, siyasetin etkin olduğu dönemlerde “Hizipler Partisi” iken; Kılıçtaroğlu ile “Mezhep Partisi”ne ve giderek de “Meşrep (Yeme-İçme) partisi”ne dönüştü. MHP den kopup, “Merkez” e oynayan İYİ Parti, bunu başaramadı ve “Ayak Oyunları” merkezine dönüştü. Kürt siyasal partileri ise, “Dağ (Şiddet)”ın etkisinden ve kontrolünden çıkıp, demokratik bir zemine gelemediler. HÜDAPAR ise, teokratik bir siyaset yapmaktadır. SP ve YRP, “Millî Görüş” genetiğine bağlı olarak siyaset yapmaya devam ediyorlar. DEVA ve Gelecek Partisi ise, Ak Partiye olan öz-eleştirilerini zamanında yaparak bir “Manifesto” ile ayrılmak yerine; Reis tarafından trenden atılma sonucu dışarı çıktıkları için; topluma inandırıcı ve alternatif bir siyaset üretemediler. Zafer Partisi, göçmen karşıtlığının odağı olarak yeşerirken; sayıları bir avuç olan Komünistler (İşçi Partisi) ise, “Gazoz Ağacı” olarak salt vicdanı temsil ediyorlar.

SONUÇ

Siyaseti, önce “Her Şey” olmaktan; sonra da “Ekonomi” olmaktan çıkarıp; Aristo ve İlahi Dinlerin vazettiği gibi “Pratik Ahlak” olarak konumlandırmaktan başka bir yol yoktur. “Tanrı, İnsanın, elinin ”dolu” olup-olmadığına bakmaz; Tanrı, insanın elinin “temiz” olup-olmadığına bakar.” Kaynaklar, ihtiyaçlarımızı fazlası ile karşılar; ama ihtiraslarımızı asla. Siyaset, dış politika olarak bir “Güvenlik” aparatı; iç politika olarak da değişik toplumsal formasyonlar arasında bir “Koro Şefliği”dir. Gerisi tağutluk-tuğyan, israf, fitne-fesat, zulüm ve şeytanlıktır.

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.