34,7999$% 0.27
36,8294€% -0.07
44,4413£% -0.01
2.942,59%0,29
4.889,00%0,43
Tanrı’nın Ölümü
Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sözüne, onun ateist kininin bir ifadesi olduğu sanılarak, “Nietzsche öldü”. Tanrı” naziresi ile karşı çıkılmaya çalışılır. Oysa Heidegger’in ifade ettiği gibi bu yargı: “Batı tarihinin, iki bin yıldır süregelen yazgısını ifade eder… Nihilizm, Nietzsche’nin bildiği, geçen (19’uncu) yüzyılda egemen olan, şimdiki (20’nci) yüzyılı da belirleyen, tarihsel bir (düşünce) akımının adlarından biridir. Nietzsche, bu akımın yorumunu, kısa bir cümlede özetledi: “Tanrı öldü.” (M. Heidegger, Nietzsche’nin “Tanrı Öldü” Sözü, Çev: Levent Özşar, Bursa, 2001, s 14.) Batı tarihinde Kilise’nin açtığı parantezde işledikleri cinayetlere bir isyan olarak, yine Batı insanının istiğna ve istikbârının bir sonucu olarak Tanrı’nın öldürülmesi; ruhun, vicdanın, kalbin, dinin, merhametin ve adaletin ölümüdür. Ölen “Tanrı”nın Kilise’nin yarattığı Tanrı imgesi olduğunda kuşku yoktur.
Nietzsche, Şen Bilim adlı kitabının “Kaçık Adam” adlı bölümünde bu olayı şöyle tasvir eder: “Kaçık adam, onların (pazar yerinde toplananlar) arasına dalıp, bakışları ile onları delip geçerek: ‘Tanrı nerede?’ diye sorar, ‘şunu da söyleyeceğim, onu, biz öldürdük; sizlerle ben! Hepimiz, onun katiliyiz. Ama bunu nasıl yaptık? Denizi kim içebilir? Bütün ufku silmemiz için, bize bu süngeri kim verdi? Güneşin zincirlerinden koparırken ne yaptık biz yeryüzüne (dünyaya). Nereye gidiyor şimdi dünya? Biz, nereye gidiyoruz? Bütün güneşlerden uzağa mı? Sürekli boş yere, geriye, öne, yana, bütün yönlere atılıp durmuyor muyuz? Üst-alt kaldı mı? Sanki sonsuz bir hiçte yolumuzu yitirmiyor muyuz? Boş uzayın soluğunu ensemizde hissetmiyor muyuz? Hava giderek soğumuyor mu? Giderek daha çok karanlık ve gece gelmiyor mu? Öğleden önce fenerler yakmamız gerekmiyor mu? Tanrı’yı gömen mezar kazıcıların yaygarasından başka bir ses duymuyor muyuz? Tanrı’nın çürümesinden başka koku duymuyor muyuz? Tanrı, çok çürüdü. Tanrı öldü! Tanrı öldü! Tanrı öldü! Tanrı öldü gitti! Onu öldüren de biziz! Bütün katillerin katili olan biz, nasıl avunacağız? Dünyayı şimdiye kadar elinde tutan, en kutsal, en güçlü olan, bizim bıçaklarımızla kana bulandı. Bizden bu kanı kim temizleyecek? Hangi suyla temizleyeceğiz kendimizi? Nasıl bir kefaret töreni düzenlesek? Hangi kutsal oyunu (dansı) oynasak? Bu eylemin çapı bizim için fazla büyük değil mi? Bu eylemi, biz gerçekleştirdiğimiz için; bizim, Tanrı olmamız gerekmiyor mu? Tarihte bundan büyük bir eylem/olay olmadı… Bu tekinsiz olagelme daha yolda. Yolculuğunu sürdürüyor. Bu haber, henüz insanların kulağına ulaşmadı. Şimşek ve gök gürültüsü de gerçekleştikten sonra görülür-duyulur…’” (Heidegger, a.g.e., 16-17.)
Batı’nın Aydınlanma, Rönesans, Reform, Endüstri Devrimi, Fransız İhtilali ile girdiği bu süreç, insanlığa fatura olarak dünyanın büyük bölümünün kolonileştirilmesi/Emperyalizm, İki dünya savaşı, Faşizm, Komünizm ve Kapitalizm ve (en son “Gazze” dâhil) katliamlar olarak ödetildi.
Allah Ne Yapıyor?
Kur’an’ın “Sünnetullah” ve “Esmau’l-Hüsna” kavramları ile tasvir ettiği “Allah” imgesi, İslam düşünce tarihinde başlıca dört farklı şekilde ortaya konmuştur: Mu’tezile-Matüridi, Eş’ari, Felsefi ve Tasavvufi. Bu imgelerin ontolojik- ahlaki içerikleri özetle şöyledir:
a) Mu’tezili-Matüridi Tasavvur: Mu’tezile, Allah tasavvurunu “Adalet”; Matüridilik, “Hikmet” kavramları ile kristalleştirmiştir. Her ikisi de Kur’an’a uygundur. İnsana irade özgürlüğü verilmiştir ve Allah, insanlarla canlı ve ahlaki ilişki halindedir: “Kör, Allah’a nasıl bakarsa; Allah da köre öyle bakar.” Ahlaki iyi ve kötüyü (Husn-Kubuh) insan aklı bilebilir. Peygamber gelmese de, insan yaptıklarından sorumludur. Peygamberlik, Allah’ın rahmeti ve lütfudur. Her iki ekol de mevcut ortamda yaygın olan dogmatizm, taklit, kör inanç/batıl itikat tehlikelerine karşı “İman” mevzusunda akla ve bilgiye aşırı vurgu yapmaları, imanın içerdiği duygusal değerlilik yaşantıları olan haşyet, huşu, saygı, korku, sevgi, umut, takva, kaygı ve güven unsurlarını zayıflatmış ve onu salt bir inanca (tasdik) indirgemiştir.
b) Eş’ari Tasavvur: Allah Kadir-i mutlak, Mürid-i mutlak ve Âlim-i mutlaktır. “Hikmetinden sual olunmaz”dır: “Kadercilik”. Bu ekol, müşriklere yapılan “Allah’ı gereği gibi takdir edemediler” (6/91, 22/74, 39/67) ve Yahudilere yapılan: “Eğer inanıyorsanız, imanınınız size ne kötü şeyi emrediyor” (2/93) ithamlarını hak eder. İnsanın yaptığı ahlaki kötülükleri “Kadercilik” ihtimamı, sözde saygısı ile Allah’a yüklemeleri ile de: “Allah’a iftira edenlerden daha zalim kim olabilir?” (61/7, 29/68) tekdirine muhatap olurlar.
c) Felsefi Tasavvur: Başta Farabi-İbni Sina ve İbni Rüşt olmak üzere, “Meşşai” İslam filozofları Platon ve Aristo’dan etkilenerek Allah’ı “Zorunlu Varlık (Vacibu’l-Vücut)” kavramı ile “Onto-Teoloji” olarak tasavvur ettiler: Platon’un en mükemmel “İde”si ve Aristo’nun “Cevher” (İlk Neden) kavramlarının yansıması. Varlığın kendisinden zorunlu olarak “Sudur (Taşma)” ettiği; “yoktan yaratma”nın mantıken imkânsız olduğu “mükemmel-mutlak” varlık. İslam filozofları, Derrida’nın “Huzur Metafiziği” dediği, -Tanrı dâhil- her şeyi huzura getirme, el-altına alma; Levinas’ın, “bambaşka (Münezzeh)” olandan dehşete düşerek, her şeyi, aynileştirme, ontolojileştirme (Ontolojik Emperyalizm) çabası içinde olan Yunan Felsefesi tarafından ayartılmışlardır. Pascal’ın dediği gibi: “İbrahim’in Tanrısı, İshak’ın Tanrısı, Yakub’un Tanrısı… filozofların ve teologların Tanrısı değildir.” (Martin Buber. Tanrı Tutulması, Çev: A. Tüzer, Ank., 2009, s 85.)
d) Tasavvufi Tasavvur: Felsefi temeli “İşrak Felsefesi”inde olduğu gibi (Nuru’l-Envar=Nurların Nuru), “Varlığın Birliği”ne (Vadet-i Vücut) dayanan ve Hint, Çin, İran ve Yeni Plantonculukta kristalleşen bu tasavvur, ne kadar İslamileştirilse de, buraların kirini, mayasını, pasını, kokusunu, bulaşığını taşır. Bu tasavvurların ahlaki bir karakteri, kişiliği (Huve), kimliği, benliği, kendiliği, zatiyyeti olan “Allah” ile bir ilişkisi yoktur. Kur’an’da yoğunlukla Ahiret’e ertelenmiş Merhamet (Rahîm-Afuvv, Ğafur) sıfatının, Dünyaya-insanlığa taşınarak iman-küfür, adalet-zulüm, hak-batıl, tayyip-habis… ahlaki ikilemlerini eriten/yutan, “merhametinden maraz doğan” ve “Gel, gel; yine de gel; Müşrik olsan da gel; Mecusi olsan da gel; tövbeni bin kez bozmuş olsan da gel, ne olursan ol, yine de gel” (Mevlana) diyen Tanrı tasavvurunun, kâfir ve zalimlere karşı Adil, Kahhar, Cabbar, Zu-İntikam… olan Kur’an’ın Allah’ı ile de bir ilişkisi yoktur.
Müslümanların Bugünkü “İlişki” Durumu
Yukardaki tasavvurlardan tarihsel olarak en etkin olan Eş’ariliğinki idi. İslam dünyasında bugün bu tasavvurların bir karışımı hâlâ salt “Tasavvur” olarak duruyor; “Hayy-Kayyum” Diri-İş başında olarak değil. Mu’tezili ve Matüridi tasavvur -ülkemizde olduğu gibi- birçok yerde Eş’ari tasavvurun yerine ikame edilmeye çalışılıyor. Benim görebildiğim kadarı ile temel sorun, ta baştan beri -Kelam âlimlerinin uğraştığı- Kur’an’a uygun doğru bir tasavvur oluşturmaktan daha önemlisi, Allah-İnsan “İlişki”si sorunudur. “İman” doğru anlaşılmadığı için, “İtikat/Tasdik/İnanç” Mürcie tarafından, -Hariciliğin ve Mu’tezilenin, ameli, imana katan iman tanımlarına tepki olarak- geçerli-doğru iman kabul edildi ve “Müslüman/Mümin” kimlik için yeterli görüldü. Bu görüş de zamanla “Ehl-i Sünnet” oldu. Oysa iman -amel, imanın “parçası” olmasa da-; salt bir zihin fiili (marifetullah, bilgi, tasdik, inanç, itikat) değil; bir kalp fiilidir. Yani haşyet, huşu, şükran, saygı, korku, sevgi, güven, umut, takva, kaygı ilişkisidir. Artar, eksilir, tavan yapar, yok olur. İnanç/itikat (akide-amentü) hafızada/cepte durur; ancak amel/ahlak yaratmaz. Oysa iman, amel-ahlak doğurur: “Küpün içinde ne varsa; dışına o sızar”, “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz”. Şu ayetler, bu durumu net bir şekilde ortaya koyar: “İman edenlerin, Allah’ı anmaktan dolayı kalplerinin saygı ile ürperme zamanı hâlâ gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler (Yahudi ve Hristiyanlar) gibi olmasınlar. Zira onlar, kendilerine kitap verildikten sonra uzun zaman geçince, kalpleri katılaştı ve çoğu da günahkâr/fasık kimselerdir” (57/16). “Bedeviler: ‘iman ettik’ dediler; de ki: İman etmediniz; ‘Tasdik ettik/teslim olduk/boyun eğdik’ deyin. İman, henüz kalplerinize girmedi… İman edenler ancak, … imanlarından şüpheye düşmeyen ve malları ile canları ile Allah yolunda cihat edenlerdir.” (49/14-15). Aradan 1.400 sene geçtiği için, bugünün Müslümanları da, o günün Müşrikleri, Yahudileri ve Hristiyanları gibi değil mi?
Sonuç
Vahiy, Allah’ın insan vicdanına seslendiği; insanın dinlemesi ve düşünmesi gereken en doğru sözdür. Bugün “Müslüman” olduğunu söyleyenlerin ilk yapması gereken şey, bu söze itibar ederek, ihtimam göstererek vicdanlarını diriltmek, inançlarını/tasavvurlarını ‘tashih’ etmek ve iman etmektir. İman, tasavvuru tashih edilmiş bir “Allah” tasavvuru ile “Ezeli Misak”ı (7/172) yenilemektir. Gerisi (ahlak) kendiliğinden gelir.
Genelde insanlık, özelde ise İslam toplumları, büyük ölçüde imanı kaybetmiştir. İnsanlık bir “Akıl Tutulması” (Max Horkheimer) ve bir “Tanrı Tutulması” (Martin Buber) ile karşı karşıyadır: “Bu mecazla (Tanrı Tutulması) biz şu müthiş varsayımı ortaya koyuyoruz: Nasıl cismani gözümüzle Güneş’e bakıyorsak, “Ruh/Kalp Gözü”müzle de Tanrı’ya bakabiliriz; nasıl (Güneş tutulmasında) yeryüzü ile Güneş’in arasına tutulma esnasında bir şey (Ay) giriyorsa; kendi varlığımızla Tanrı’nın arasına bir şey (insanın istiğnası-İG) girmektedir. Tanrı ışığının tutulması, asla bir sönüş değildir. Yarın dahi araya giren şey (eğer istenirse-İG) ortadan kalkabilir.” (M.Buber, Tanrı Tutulması, s.153.)
Türkiye’nin Temel Sorunu: Akıl Fukaralığı ve Vicdansızlık
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.