35,2068$% 0.3
36,7672€% 0.92
44,3202£% 0.7
2.968,33%1,32
4.853,00%0,96
Gelecek Partisi Genel Başkanı Davutoğlu, Altılı Masa ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi bağlamında yayımladığı makalesinde dikkat çeken değerlendirmelerde bulundu.
Politikyol sitesi için “Bir Toplum Sözleşmesi Çabası Olarak Altılı Masanın Tarihi ve Düşünsel Arkaplanı” başlıklı bir yazı kaleme alan ve geçmişten bugüne kadar olan siyasi dönemleri ele alarak Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine eleştiride bulunan Davutoğlu, “Bugün Erdoğan’ın savunduğu ve hayata geçirdiği muhafazakarlık bırakın Osmanlı-Türk muhafazakarlığının en büyük mütefekkiri olan Ahmet Cevdet Paşa ve neslinin modernleşme sürecinde ürettiği Şura, Meşveret, Meclis, Ehliyet, Liyakat gibi kavramlar etrafında şekillenen siyaset düşüncesini, sultanların otoritesini ilkelerle ve kurumlarla sınırlayan Ahkamussultaniye ve Siyasetname geleneğinin bile çok gerisindedir” dedi.
Yazısında Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine değinerek, Altılı Masa’nın misyonuna vurgun yapan Davutoğlu, “Altılı Masa’nın tarihi misyonunun Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile topluma giydirilen milliyetçi-muhafazakar-laik otoriterliğin karşısına milliyetçi-muhafazakar-laik demokrat özgürlükçülüğü yeni bir toplumsal sözleşme zemini olarak koymak olduğu inancındayım. Bu çerçevede, Altılı Masaya konjonktürel bir seçim ittifakı ya da anketlerin belirleyeceği bir güç paylaşımı ile sınırlı olarak bakmanın doğru olmadığı kanaatindeyim” dedi.
Davutoğlu, “Son yirmi yılda her anlamda iktidar ve güç ile tanışan bu geniş toplumsal kesimlerin güç yozlaşması şeklinde yaşamakta olduğu ağır travmayı kendi içinde samimi bir şekilde yorumlamadan sağlıklı bir toplumsal etkileşimin öznesi olması da, Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına kurucu bir aktör olarak girebilmesi de çok zordur” ifadelerini kullandı.
İşte Ahmet Davutoğlu’nun gündem olan yazısı şu şekilde:
“Önümüzdeki sene Cumhuriyetimizin 100., demokrasimizin takriben 75., Meclis tarihimizin takriben 150., modernleşme tecrübemizin ise yine takriben 200. yılını idrak edeceğiz. Başarılarla, açılımlarla, zaferlerle ama aynı zamanda ders alınması, ibret alınması gereken çok ciddi tecrübelerle ve acılarla dolu bir 200 yıl.
Orta Asya steplerinden İran ve Mezopotamya’ya oradan Anadolu, Rumeli, Akdeniz ve Afrika içlerine kadar uzanan ve köklü medeniyet havzalarını harmanlayan tarihi birikimimizin modernleşme süreçleri ile yüzleşmesi insanlık tarihinin en özgün medeniyetler arası etkileşim tecrübelerinden birini oluşturmaktadır. Fransız Devrimi’nden Viyana Kongresi’ne kadar geçen sürede (1789-1815) Avrupa’da yaşanan büyük dönüşümlere intibak etme amacı ile başlayan modernleşme sürecimiz doğu halklarının modernleşme tarihleri açısından da son derece belirleyici olmuştur.
İlk anayasamızın ilan edildiği tarihte (1876) biri Rusya’da Kazan’da, diğeri Diyarbakır’da doğan iki düşünür modernleşme tarihinin takriben birinci yüzyılının başlarında kaleme aldıkları eserlerde bu sürecin temel akımlarını üç kategoride tasnif etmişlerdir: Akçuraoğlu Yusuf bey (Üç Tarz-ı Siyaset, 1904, Kazan Zoya köyü) ve Ziya Gökalp (Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, 1918, İstanbul)
Akçuraoğlu Yusuf 15 Mart 1904’de Rusya’da Kazan’ın Zoya köyünde modernleşmenin takriben ilk yüzyılının ana siyasi akımlarını kısa ama siyasi düşünce tarihimizde geniş etki uyandırmış “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı risalede şöyle özetliyordu: “Memâlik-i Osmâniyye’de garbden istifâza ile iktisâb-ı kuvvet ve terakki ârzûları uyanalı, belli başlı üç meslek-i siyâsî tasavvur ta’kîb (ébaucher) idildi sanıyorum: Birincisi Hükûmet-i Osmâniyye’ye tâbi’ milel-i muhtelifeyi temsîl ve tevehhüd ile bir “Millet-i Osmâniyye” vücûda getirmek; ikincisi hakk-ı Hilâfet’in Devlet-i Osmâniyye hükümdârında olmasından istifâde iderek bütün İslâmları hükûmet-i mezkûre idâresinde siyâseten birleşdirmek (Frenklerin “Panislamisme” dedikleri), üçüncüsü ırk üzerine müstenid bir “Türk milliyyet-i siyâsiyyesi” (Panturquisme) teşkîl itmek.”[2]
Ziya Gökalp ise 1918’de kaleme aldığı “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” başlıklı eserinde o dönemin temel siyasi/fikri akımlarını “üç fikir cereyanı” diyerek tasnif etmektedir: “Memleketimizde üç fikir cereyanı vardır. Bu cereyanların tarihi tetkik olunursa görülür ki mütefekkirlerimiz iptida muasırlaşmak lüzumunu hissetmişlerdir. Üçüncü Sultan Selim devrinde başlayan bu temayüle inkılâptan sonra İslâmlaşmak emeli iltihak etti, son zamanlarda ortaya bir de Türkleşmek cereyanı çıktı.”[3]
İçiçe geçen unsurlar da barındıran Muasırcılık/Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük akımları aslında Osmanlı Devleti’nin ömrünü uzatma çabalarının temel reçeteleri idi. Sultan II. Mahmud’un “Ben tebaamdaki edyân farkını ancak câmi’, hâvrâ ve kilîsâlarına girdikleri zamân görmek isterim…”[4] ifadeleriyle dini çoğulculuk anlamında laikliği ilk kez devlet diline sokan Osmanlıcılık aynı zamanda Vatan, Millet, Şura, Meclis vb. kavramlarla geleneksel siyasi düşünceyi Fransız devrimi sonrası ortaya çıkan modern bir kalıp içinde yeniden yorumlama çabalarına da öncülük etti.
İslamcılık bir taraftan devletten kopma aşamasına gelen gayrimüslimlerin dışında kalan İslam unsurlarını birleştirecek bir maya oluşturmaya, diğer taraftan sınır ötesindeki Müslüman topluluklarla irtibat kurarak sömürgeciliğe karşı bir direniş hattı kurmaya çalıştı. Bu iki akımın etkisini kaybetmesiyle bir alternatif olarak gündeme gelen Türkçülük ise devlet içinde kurucu unsurun hakimiyetini, sınır ötesinde ise Asya derinliklerinde dil birliğini esas alan bir akım ile Fransız devriminin modern ulus oluşumunu bize yansıtmaya gayret etti.
Bu akımlar farklı kategoriler oluştursa da ikili hatta üçlü düzlemde içiçe geçen ve etkileşim içine geçen unsurlar barındırıyordu. Nitekim II. Meşrutiyet’in daha sonraki dönemleri de etkileyen, gerilimli olmakla birlikte son derece zengin siyasi düşünce ve pratiğindeki iç dinamizm de bu etkileşimin sonucudur. İttihad Terakki liderlerinin yaklaşık onbeş yıl süren ve Balkan dağlarından Yemen çöllerine ve Asya içlerine kadar uzanan siyasi serüvenleri de bu akımların izlerini taşır.
Cumhuriyetimiz modernleşme sürecinin yaklaşık bir yüzyıllık bu düşünsel ve siyasal birikimi üzerine kuruldu. Bu akımlar kimi zaman çatıştılar, kimi zaman uzlaştılar; ancak modernleşme ile yüzleşmenin ortak tarihi akışı içinde aktılar. Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk “Bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin Namık Kemal, fikirlerimin Ziya Gökalp’tır”[5] derken bir anlamda bu temel akımların Cumhuriyet fikri üzerindeki etkisini de vurgulamaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti siyasi düşünce zemini anlamında da devlet kurumsallaşması anlamında da nevzuhur bir devlet değildir. Köklü bir devlet kurumsallaşmasının modernite ile yüzleşmesinin bütün izlerini taşımaktadır. Modernleşme sürecinin takriben yüzyıllık birikiminin üzerinde ve mazlum milletlere ilham kaynağı olan İstiklal Savaşımız sonrasında kurulan Cumhuriyetimiz çok uluslu ve çok dinli geleneksel devlet birikimlerinden modern ulus-devlete geçiş tecrübesi anlamında Avrupa’daki gelişmelere paralel, Avrupa-dışı toplumlar açısındansa özgün bir nitelik taşımaktadır.
Demokrasi tecrübemiz ise hem II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan uluslararası konjonktüre uyum çabasının hem de bütün bu tarihi süreçlerin oluşturduğu iç toplumsal dinamiklerin eseriydi. Geniş kitlelerin siyaset üzerinden devlete iradesini yansıtma çabası nice darbeler, doğrudan dolaylı müdahalelerle engellenmeye çalışıldı. Ülkemizi tarihi akışın öznesi kılma çabaları ile içe kapatma senaryolarının ideolojik kutuplaşmalarla keskinleştiği zorlu süreçlerin içinden geçtik.
Soğuk Savaş döneminin çatışmacı iklimi de, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin oluşum süreçleri de bu temel akımların karşıtlıkları üzerinde seyretmiştir. Sağcı-solcu, ülkücü-devrimci, İslamcı-laik ayrışmaları ve çatışmaları bu derin akımların Soğuk Savaş şartları içinde yeni çerçevelere oturtulmasının sonuçlarıydı ve kimi “Tam Bağımsız Türkiye”, kimi “Büyük Türkiye”, kimi “Adil Türkiye” ideali için yol çıkan bir genç neslin ya karşılıklı katliamlarla ya da darbe hapishanelerinde kaybedilmesine yol açtı. 28 Şubat ise Soğuk Savaş sonrasının demokrasi rüzgarlarının önünü kesmek için ülkeye bin yıl süreceği iddia edilen tek tip bir rejim oluşturma çabası olarak tarihe geçti.
2000li yılların başlarında AK Parti’nin muhafazakar kitleleri modern araç ve süreçlere ikna ve intibak ettirmesi Türkiye’nin bir bütün olarak modernleşme süreçlerine de ivme katmıştır. İdris Küçükömer’in ilk kez 1969 yılında dile getirdiği “Düzenin Yabancılaşması” tezini teyit eden bu olgu bugün için de geçerlidir: Türkiye’de sosyo-ekonomik ve sosyo-politik dönüşümler geniş muhafazakar kitlelerin iknası ve dönüşümü üzerinden gerçekleşmektedir.”
Bugün insanlık da biz de yeni bir tarihi eşikteyiz. Fransız Devriminden Viyana Kongresine yaşanan gelişmelere uyum için başlayan modernleşme sürecimiz, Birinci Dünya Savaşından Cemiyet-i Akvama giden süreçte kurulan Cumhuriyetimiz ve II. Dünya Savaşından BM’in kuruluşuna giden sürece paralel başlayan demokrasi sürecimizin birikimleri üzerinde yeni bir sınama ile karşı karşıya bulunuyoruz.
İnsanlık tarihinin en yoğun dönüşümlerinin yaşandığı, toplumlar arası iletişim ve etkileşimin olağanüstü bir hız kazandığı, büyük imkanların ve risklerin aynı ölçüde ve eşzamanlı olarak devreye girebildiği bir tarihi sürecin içinden geçiyoruz. Modernleşmeden küreselleşmeye geçiş sürecini yeni kavramsal ve teorik çerçevelerle tanımlamadan teknolojik gelişmelerin sosyal akımları radikal olarak değiştirmekte olduğu tarihi seyri yönetmek imkansızdır.
Zamanın ruhu tarihi akışın ivme kazanmış olmasıdır. Önümüzdeki dönemde temel farklılaşma zamanın ruhunu kavrayarak bu ivmeyi yönetenler ile zamanın ruhundan koparak bu akışın içinde sürüklenenler arasında ortaya çıkacaktır. Kendi iç gerilimlerini aşarak tutarlı bir yaklaşım ile zamanın ruhuna uygun bir vizyon belirleyen ülkeler önümüzdeki on yılları hatta asırları belirleyecek bir güce kavuşurken, kendi kısır iç gerilimleri içinde enerjilerini tüketen ülkeler tarihin edilgen unsurları haline dönüşeceklerdir. Son dönemde ulusal, bölgesel ve uluslararası düzlemlerde yaşanan krizler tarihin rahmindeki doğum sancılarıdır.
2020 yılında Cambridge University Press’de yayınlanan Systemic Earthquake and the Struggle for World Order: Exclusive Populism Versus Inclusive Democracy[6] (Sistemik Deprem ve Dünya Düzeni: Dışlayıcı Popülizme Karşı Kapsayıcı Demokrasi, Küre, 2020) başlıklı kitabımda da vurguladığım gibi bugün sistemik bir depremin yaşanmakta olduğu küresel düzlemde modernleşme süreçlerinde ortaya çıkan ideolojileri özgürlükçülük-otoriterlik bağlamında yatay kesen bir ayrım söz konusudur. Küresel jeopolitiğin merkez hattında bulunan Türkiye de bu olgudan derin bir şekilde etkilenmektedir.
Modernleşme sürecimizden bugüne uzanan tarihi seyirde ortaya çıkan siyasi ve düşünsel akımlarımızın kısa bir analizi bu ayrımı doğru bir şekilde tanımlamak açısından önemli ipuçları verebilir.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile ortaya çıkan ittifak yapılanmaları da ideolojileri yatay kesen otoriter-özgürlükçü ayrım çerçevesinde yorumlanmalıdır. Cumhur İttifakı otoriter muhafazakarlık (Erdoğan), otoriter milliyetçilik (Bahçeli) ve otoriter modernizm/laiklik (Perinçek) anlayışının çıkar-eksenli bir koalisyonu niteliğindedir
Bugün 100. Yıla girerken modernleşme serüveninin takriben 100. Yılında “Üç Tarz-ı Siyaset”i kaleme alan Akçuraoğlu Yusuf Bey’in ve Ziya Gökalp’in analizlerine benzer şekilde Cumhuriyet döneminde siyasetimizi etkileyen 3M diyebileceğimiz üç ana siyasi damardan bahsedebiliriz: Modernizm, Muhafazakarlık ve Milliyetçilik.
Uzun tarihi akış içinde ana damar haline dönüşmüş olan her üç akım da küresel ölçekte yaşanan bu ayrım çerçevesinde kendilerini yeniden tanımlama ihtiyacı hissedeceklerdir. Bunu yapamamaları halinde ise arkaik bir niteliğe bürünerek etki güçlerini kaybedeceklerdir. Bugünkü siyasi pratiğimiz hem bu tanımlama çabalarını etkileyecek hem de bu çabalarla yeniden şekillenecektir.
Dolayısıyla, bu akımların bize bıraktığı mirasın doğru anlaşılması sadece yüzyıllık Cumhuriyet tarihimizi yorumlama açısından değil, gelecek ikinci yüzyılımızı sağlam bir temelde inşa etme çabamız açısından da çok önemlidir. Bu akımların temel varsayımları, iddiaları, idealleri, açmazları ve sınırları samimi bir yüzleşme ile anlaşılmaksızın yeni bir toplumsal sözleşme zemini bulabilmek de imkansızdır.
Bu akımların yüz yıllık süreçteki açmazlarını görerek kendi siyasal düşünce yöntem ve muhtevalarını yeniden yorumlaması birlikte oluşturacakları siyasal toplumun altyapısını kuracaktır. Tam da Cumhuriyetimizin yüzüncü yılına girerken oluşturduğumuz Altılı Masa’yı salt bir seçim ittifakı olmaktan çıkararak yeni bir toplumsal uzlaşı ve sözleşme zemini haline dönüştüren de bu temel gerçekliktir.
O zaman gelin bu ana damarların dünü, bugünü ve geleceği üzerine yeniden düşünelim.
Birinci akım olarak Modernizm kavramını tercih etme nedenim bu akımın en uç noktada modernleşme tarihimizin en keskin unsurlarını barındıran ve III. Fransız Cumhuriyeti’nin (1870-1940) “dinin sonu” tezine dayalı pozitivist varsayımlarından etkilenen düşünsel ve siyasi akımların tümünü içinde barındırması ve zamanla pozitivist laiklik temelinde resmi bir ideoloji niteliği kazanmasıdır.
Dikkat edilirse modernite ya da çağdaşlık demedim modernizm dedim, çünkü modernite veya çağdaşlık tarihsel bir evreye işaret eder ve bütün akımları yatay keser; modernizm ise belli bir dönem çağdaşlığın bir kalıp halinde tepeden tabana yayılmasını öngören siyasal bir dönüşüm ideolojisidir.
Bu gelenekten gelen düşünsel etkinin katı laiklik şeklinde yorumlanmasına dayalı resmi ideolojik formlar bir çok vesayet odağınca siyasetin doğal akışına müdahaleleri meşru kılmak için kullanılmıştır. 27 Mayıs, 12 Eylül ve 28 Şubat darbe bildirilerinin özünde bu meşruiyet zemini yatmaktadır. Tek Parti döneminden 28 Şubat’a kadar uzanan ve geleneksel değerleri tasfiyesi kaçınılmaz tarihi olgular olarak gören bu akım bir taraftan devrimci sol hareketler de dahil olmak üzere toplumsal modernleşmenin önünü açarken diğer taraftan içinde vesayetçi darbe kültürünü de barındıran sosyo-kültürel ve sosyo-politik kırılmalara da neden olmuştur.
Bu kırılmalara karşı geleneksel değerleri savunma ve direniş hattı olarak gören ve sosyolojik bir zemin içinde ana bir damar oluşturan muhafazakarlık ise bir taraftan modernizme karşı bir siyasal ve düşünsel konumlanmayı temsil etmiş, diğer taraftan da modernitenin getirdiği sosyo-ekonomik dönüşümün sürükleyici öznesi olarak çevreden merkeze yönelen tarihi bir seyir takip etmiştir. Bu açıdan bakıldığında ellili yıllarda DP, altmışlı yıllarda AP, seksenli ve doksanlı yıllarda ANAP ve RP, 2000li yılların başlarında AK Parti’nin muhafazakar kitleleri modern araç ve süreçlere ikna ve intibak ettirmesi Türkiye’nin bir bütün olarak modernleşme süreçlerine de ivme katmıştır. İdris Küçükömer’in ilk kez 1969 yılında dile getirdiği “Düzenin Yabancılaşması”[7] tezini teyit eden bu olgu bugün için de geçerlidir: Türkiye’de sosyo-ekonomik ve sosyo-politik dönüşümler geniş muhafazakar kitlelerin iknası ve dönüşümü üzerinden gerçekleşmektedir.
Bu tarihi seyir toplumsal güç odağı haline dönüştükçe yeni sınamalarla karşı karşıya kalmıştır. Son yirmi yılda her anlamda iktidar ve güç ile tanışan bu geniş toplumsal kesimlerin güç yozlaşması şeklinde yaşamakta olduğu ağır travmayı kendi içinde samimi bir şekilde yorumlamadan sağlıklı bir toplumsal etkileşimin öznesi olması da, Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına kurucu bir aktör olarak girebilmesi de çok zordur.
Yine görüldüğü üzere İslamcılık kavramını değil, muhafazakarlık kavramını tercih ettim, çünkü İslamcılık 19. yüzyıldan bu yana İslam’ın asli ve evrensel değerlerini modern kavram ve formlarla yorumlama çabası ile bu muhafazakar sosyolojik zemini modern bir ideolojik çerçevede dönüştürmeyi amaçlıyordu. Bu bağlamda İslam’ın evrensel değerleri ile küresel toplumun evrensel değer arayışları arasında tutarlı bir ilişki kurmadan yaşanan iktidar tecrübesindeki savrulma hem Türkiye’de hem de İslam dünyasında çok sarsıcı etkiler yapmıştır ve yapmaktadır.
Milliyetçilik siyasal bir ideoloji olarak modern, dayandığı toplumsal zemin açısındansa geleneksel unsurlara dayanıyordu. Bir taraftan devletin korunarak güçlendirilmesi diğer taraftan da geriye kalan imparatorluk bakiyesi toplumun ortak bir kimlik etrafında tanımlanarak harmanlanması üzerinde iç bütünlüğün sağlanması hedeflerini benimseyen bu akım da Soğuk Savaş döneminde devletin resmi ideolojisi ile bütünleştiğinde sosyolojik tabanı ile çelişki yaşamış, milli kimliği dışlayıcı dar bir tanımlama kalıbına soktuğunda ise karşı kimlikleri tetikleyen bir sorunsal ile karşı karşıya kalmıştır. Bu bağlamda, Türk-Kürt karşıtlığına dayanan etnik/ulusalcı kimlik tanımlamalarının son kırk yıl içinde yaşattığı acılardan gerekli dersler alınmadan ortak bir gelecek vizyonu geliştirilmesi çok güçtür.
Öte yandan, Soğuk Savaş sonrası dönemde Türk Dünyasında yaşanan büyük canlanmaya öncülük edecek bir düşünsel teori ve siyasal pratik sunmakta yetersiz kalan bu akımın iktidar ortağı olan temsilcilerinin Doğu Türkistan’da yaşanan büyük insanlık trajedisine sessiz kalmaları da ciddi bir iç sorgulamayı beraberinde getirmektedir.
Bugün Erdoğan’ın savunduğu ve hayata geçirdiği muhafazakarlık bırakın Osmanlı-Türk muhafazakarlığının en büyük mütefekkiri olan Ahmet Cevdet Paşa ve neslinin modernleşme sürecinde ürettiği Şura, Meşveret, Meclis, Ehliyet, Liyakat gibi kavramlar etrafında şekillenen siyaset düşüncesini, sultanların otoritesini ilkelerle ve kurumlarla sınırlayan Ahkamussultaniye ve Siyasetname geleneğinin bile çok gerisindedir.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile ortaya çıkan ittifak yapılanmaları da ideolojileri yatay kesen otoriter-özgürlükçü ayrım çerçevesinde yorumlanmalıdır. Cumhur İttifakı otoriter muhafazakarlık (Erdoğan), otoriter milliyetçilik (Bahçeli) ve otoriter modernizm/laiklik (Perinçek) anlayışının çıkar-eksenli bir koalisyonu niteliğindedir. Otoriterlik ortak paydasının dayandığı zihniyet unsurları yetmişli yıllarda çatışma içinde olan Bahçeli ve Perinçek taraftarlarını aynı hat üzerinde buluşturduğu gibi, AK Parti iktidarının takriben ilk 15 yılında varoluşsal bir çelişki ile birbirlerini karşı kutba yerleştiren Erdoğan ve Bahçeli’yi de dönüştürerek birbirine benzetmiştir. Bu benzeşme sürecinde Erdoğan demokratik değerleri, Bahçeli ise yolsuzlukları unutmuştur.
Bugün Erdoğan’ın savunduğu ve hayata geçirdiği muhafazakarlık bırakın Osmanlı-Türk muhafazakarlığının en büyük mütefekkiri olan Ahmet Cevdet Paşa ve neslinin modernleşme sürecinde ürettiği Şura, Meşveret, Meclis, Ehliyet, Liyakat gibi kavramlar etrafında şekillenen siyaset düşüncesini, sultanların otoritesini ilkelerle ve kurumlarla sınırlayan Ahkamussultaniye ve Siyasetname geleneğinin bile çok gerisindedir.
İslam inancının en temel özelliği olan insanların hiçbir aracı zümre ve sınıf olmadan Allah karşısında mutlak akli ve vicdani eşitliğine dayanan şahsiyet-temelli anlayışının ve ben-idrakinin yerini alan mutlak itaat fikri ve uygulamasını kökten değiştirecek bir zihniyet dönüşümü yaşanmadan muhafazakar siyasetin kendini yenileyebilmesi mümkün görünmemektedir. Muhafazakar kitlelerin fakir çocuklarını devşirerek “adanmış ruhlar” kavramına dayalı totaliter bir psikoloji ile heba eden darbeci FETÖ zihniyetinden sonra Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi de tekçi anlayışın özünü teşkil eden “tek lider” anlayışı ile muhafazakar kesimlerin üç neslinin idealist insan birikiminin enerjisini lider-bağımlı güç yozlaşması ile dönüştürerek tüketmiştir.
Bugün Erdoğan’ın metin yazarlarınca kullanılan Mehmet Akif’in Asım’ın Nesli, Nurettin Topçu’nun İsyan Ahlakı, Necip Fazıl’ın Büyük Doğu, Sezai Karakoç’un Diriliş Nesli gibi idealist ve ahlaki kavramları sisteme muhalif olunan dönemin nostaljik hamasetini hatırlatmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Siyasi pratik bu kavramların taşıdığı ahlaki ve soyut iddiaların içini boşaltmış, siyasi söylemin sıradan metaları haline dönüştürmüştür. Tarihi tecrübelerin bize öğrettiği açık bir gerçek vardır: Ahlaki üstünlüğü kaybetmiş olanların siyasi üstünlükleri iktidar gücünü ellerinde tuttukları ölçüde kalıcı olabilir.
Öte yandan, Asya derinliklerinden gelen devlet ve töre kültürünü Fransız devriminin tetiklediği modern milliyetçilik ile buluşturmaya çalışan Türkçülük akımını bugün temsil ettiğini iddia eden Bahçeli de bu akımı gerek muhteva gerekse uygulamada tarihi seviyesinin çok gerisinde küçük bir zümrenin çıkar ilişkilerini önceleyen sığ bir otoriterliğe mahkum etmiştir. Bugün milliyetçilik Yusuf Akçura perspektifinin de, Enver Paşa idealizminin de, Erol Güngör zihni derinliğinin de çok uzağındadır. Milliyetçilik fikrinin öncülleri milli birlik diye diye milletin farklı kesimlerini ayrıştıran ve kutuplaştıran, devlet diye diye devlet kurumlarının içini boşaltan, Anayasa Mahkemesinden başlayarak resmi ve özel kurumları kapatmayı teklif eden, Türk dünyası diye diye Türkçe’nin atayurdu Kaşgar ilinin bulunduğu Doğu Türkistan’daki zulme sessiz kalan, sokak ortasında siyasilere saldıran vandalları koruyan bu otoriter milliyetçiliği görselerdi herhalde yüz yılda alınan mesafeden hicap duyarlardı.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin otoriter özü Erdoğan’ın sloganik muhafazakarlığı ve Bahçeli’nin sloganik milliyetçiliği ile meşru kılınmaya çalışılmaktadır. Ancak bu sistemi aynı ölçüde sahiplenen hatta “aslında dümende biz varız” diyen Perinçek ve “bu sistemin fikir babası da kurucusu da biziz” algısı yaratmaya çalışan bazı Beştepe danışmanları da arkaik Marksist ve din-karşıtı laik otoriterliğin temsilcileri olarak devrededirler. Bu çevreler Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini geçen yüzyılın ortalarında geliştirilen Milli Demokratik Devrim tezlerinin 21. Yüzyıla yansıması olarak görmekte ve milliyetçi-muhafazakar kitle desteği ile iktidara gelen bir cumhurbaşkanının himayesinde hayal edemeyecekleri bir güç devşirmektedirler. Dini değerlerin kullanıldığı siyasi söylemler üzerinden geniş muhafazakar kitlelerin desteği elde edilen iktidarın Şeytan Ayetlerini Türkçeye çevirterek Cumhuriyet tarihinin en acı provokasyonlarından birini yapan Perinçek ile paylaşılması ortak otoriter zihniyet parametresinin gücünü göstermektedir.
Özetle, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi milliyetçi-muhafazakar-laik otoriterliğin uzlaşması üzerine kurgulanmıştır. Erdoğan’ın sloganik muhafazakarlığı kimseyi aldatmamalıdır. Sistemik yolsuzluk düzeninin ortak zihniyet paydası muhafazakar değerler değil, otoriter güç paylaşımıdır. Bugün Erdoğan’ın gücünü kullanarak sistemde etkin olan otoriter vesayetçi ve darbeci kanadın gücü tümüyle ele geçirmesi halinde 28 Şubat zihniyetinin bin yıl sürme iddiası bile tekrar gündeme gelebilecektir.
Yeni bir toplumsal sözleşme çabası sağ, sol, muhafazakar, milliyetçi, laik, liberal düşünsel ve siyasal geleneklerin özgürlükçülük ve kapsayıcılık temelinde dönüştürülmesi ile mümkün olacaktır. Bunun için de hem her bir geleneğin kendisiyle yüzleşecek cesareti göstermesi hem de farklı geleneklerle özgüven içinde temasa ve etkileşime geçecek basireti sergilemesi gerekmektedir.
Sadece masada bulunan bir lider olarak değil, tarihi sorumluluk hisseden bir aydın ve vatandaş olarak da, Altılı Masa’nın tarihi misyonunun Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile topluma giydirilen milliyetçi-muhafazakar-laik otoriterliğin karşısına milliyetçi-muhafazakar-laik demokrat özgürlükçülüğü yeni bir toplumsal sözleşme zemini olarak koymak olduğu inancındayım. Bu çerçevede, Altılı Masaya konjonktürel bir seçim ittifakı ya da anketlerin belirleyeceği bir güç paylaşımı ile sınırlı olarak bakmanın doğru olmadığı kanaatindeyim.
Aksine bu süreci büyük gerilimlerle büyük uzlaşıları, büyük acılarla büyük başarıları birlikte bünyesinde barındıran ikiyüz yıllık dinamik bir tarihi seyir içinde yeni bir toplumsal sözleşme çabası olarak görüyor, geçmişte birbirleriye çatışan ideolojik çerçeveleri savunan liderlerin ve toplumsal kesimlerin sabırla, basiretle, ortak akıl ve ortak vicdanla bütün bu birikimin tecrübelerinden ortak bir vizyon üretme hedefini son derece hayati buluyorum.
Bir kez gözümüzü kapatalım ve son 75 yıllık demokrasi tecrübemizin bir muhasebesini yapalım. 27 Mayıs’tan hemen önce Adnan Menderes, İsmet İnönü ve Celal Bayar bir kez dahi birlikte oturup tartışabilselerdi acaba idam sehpalarıyla demokrasimize düşen o kara leke engellenemez miydi? 12 Eylül’e giden taşlar genç cesetler üzerinde döşenirken Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş cepheleşmeler ve güneş motel oyunları yerine bir kez birlikte oturup “demokrasiyi nasıl yaşatırız?” diye sorsalardı 12 Eylül’ün toplum ve demokrasi üzerinden silindir gibi geçen darbesinin önüne geçilemez miydi? 28 Şubat sürecinde Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz ve Deniz Baykal bir sofrada oturup “Soğuk Savaş sonrası dünyanın gerçekleri içinde Türk demokrasisi nasıl tahkim edilebilir?” sorusunu sorsalardı daha sonraki dönemin acıları, ekonomik ve siyasal bunalımları yaşanır mıydı? 2007 yılında bir 367 safsatasının peşinden gidileceğine akil liderler biraraya gelip sistemi kendi doğası içinde işletselerdi “halk tarafından seçilmiş yetkili cumhurbaşkanı-halk tarafından seçilmiş sorumlu başbakan” dengesizliği içinden çıkan gerilimlerle bugünkü ucube Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin önü açılabilir miydi?
Bu sorular artırılabilir. Akan zamanda geri dönülemeyeceğini görecek kadar tecrübemiz var. Önemli olan bu yaşananlardan bir ders çıkarabilecek basireti sergilemek. Bu ders kritik tarihi eşiklerde toplumsal kesimleri temsil eden liderler yeni bir toplum sözleşmesi mantığı içinde biraraya gelme erdemi göstermezlerse bunun bedelini bütün halk ve gelecek nesiller ödüyor.
Yeni bir toplumsal sözleşme çabası sağ, sol, muhafazakar, milliyetçi, laik, liberal düşünsel ve siyasal geleneklerin özgürlükçülük ve kapsayıcılık temelinde dönüştürülmesi ile mümkün olacaktır. Bunun için de hem her bir geleneğin kendisiyle yüzleşecek cesareti göstermesi hem de farklı geleneklerle özgüven içinde temasa ve etkileşime geçecek basireti sergilemesi gerekmektedir.
Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına girerken ya bu akımların her birini ortak tarihi tecrübemiz olarak görecek ve bu tecrübe birikiminin hiçbir unsurunu dışlamadan yeni bir siyaset ve devlet mimarisi inşa edeceğiz, ya da bu akımların muhteris ve otoriter yorumlarına teslim olacak ve bir yüzyıl daha bu gerilimlerin girdabında boğuşacağız.
Churchill’in bir sözüne atıfla diyebiliriz ki bu bir yıllık süreç “bir son değildir, sonun başlangıcı da değildir, sadece başlangıcın sonudur”. Başta da vurguladığım gibi, 200 yıllık modernleşme, 150 yıllık parlamenter, 100 yıllık Cumhuriyet ve 75n yıllık demokrasi tarihimizin bütün birikimi sembolik bir yılda yapılacak bir seçime düğümlendi.
Sorun da alternatif yollar da bu kadar açık ve nettir. Altılı Masadaki liderler olarak bizler zor ama gerekli olan birinci yolu seçtik. Başarı ya da başarısızlığımız aday olarak seçeceğimiz bir kişiye değil, kapsayıcı demokrasi yolunda ortak olarak sergileyeceğimiz basiretli bir duruşa bağlı olacaktır.
Son bir yıl içinde liderler olarak ortak bir duruş konusunda ciddi mesafeler aldık. Hem liderler olarak bizler arasında hem de temsil ettiğimiz toplumsal tabanlar arasında ciddi bir karşılıklı anlayış ve yakınlaşma, toplumun bütününde de bir umut iklimi oluştu. Cumhur İttifakının kutuplaştırıcı dilinin ve siyasetinin karşısında uzlaşıya dayalı bir siyasi iklim ortaya çıktı. Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Modeli, Temel İlkeler ve Hedefler, Seçim Güvenliği, Ekonomik Kurumların Reformu, Anayasa Reform Paketi gibi son derece önemli ortak metinlere ve taahhütlere imza attık. 5 Ocak’taki toplantımızda ise inşallah Geçiş Süreci Yol Haritası ve bir Hükümet Programı mahiyetindeki Ortak Politikalar Metnini nihai şekline kavuşturup bu toplantıda karar vereceğimiz bir tarihte kamuoyumuzun takdirlerine arz edeceğiz.
Evet, önemli mesafeler aldık; ancak uzun bir maratonun daha ilk turlarında olduğumuzun da bilincindeyiz. Churchill’in bir sözüne atıfla diyebiliriz ki bu bir yıllık süreç “bir son değildir, sonun başlangıcı da değildir, sadece başlangıcın sonudur”. Başta da vurguladığım gibi, 200 yıllık modernleşme, 150 yıllık parlamenter, 100 yıllık Cumhuriyet ve 75 yıllık demokrasi tarihimizin bütün birikimi sembolik bir yılda yapılacak bir seçime düğümlendi.
Bu masanın dağılması üzerinden sistemik otoriter yolsuzluk düzenini kalıcı kılmak isteyenlere karşı tekil çıkarları değil ortak geleceğimizi düşünerek üzerimizdeki ağır sorumluluğun gereğini yapmak zorundayız. Seçim sürecinin sert rekabet ortamına girmeden hepimiz başımızı iki elimizin arasına alarak gelecek nesillere nasıl bir Cumhuriyet mirası bırakacağımızı düşünmeli ve adımlarımızı ona göre atmalıyız.
Bu konuda sorumluluk sadece siyasi liderlerin değil, siyasi parti teşkilatlarının, sivil toplumun, aydınların, akademisyenlerin, basının, kanaat önderlerinin özetle bir bütün olarak kamuoyunun da omuzlarındadır. Siyasi akışı şu veya bu yönde etkileme ve baskı altına alma çabaları istenilen neticeyi vermeyeceği gibi bu tarihi sorumluluğa da zarar verecektir. Bu tür süreçlerde daha elde edilmemiş gücün getireceği muhtemel kazanımları paylaşma mücadelesinden daha zararlı ve ortamı zehirleyen bir unsur olamaz.
Toplumsal olarak büyük sınamaların içinden geçiyoruz. Tarihi yazacak olanlar bu sınamaların taktik çarklarında boğulanlar değil, Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılını ortak akılla, ortak vicdanla ve ortak demokratik duruşla şekillendirebilmek için kendi dar mahallelerini ve çıkarlarını aşanlar olacaktır.
[Bu yazı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu ile birlikte katıldığımız Hür Düşünce Derneği’nin Genel Kurulu’nda (17 Eylül 2022) ve yine Sayın Kemal Kılıçdaroğlu ve Sayın Gültekin Uysal ile birlikte katıldığımız Türk Demokrasi Vakfı’nın Demokrasi Şurası’nda (17 Aralık 2022) irticalen yaptığım konuşmaların bir bölümünün gelen talepler üzerine gözden geçirilerek ve genişletilerek kaleme alınmasından oluşmaktadır. Konuşmaların Altılı Masa sürecinin ana unsurlarını ve bu yolda karşı karşıya kaldığımız veya kalabileceğimiz meydan okumalarını muhtevi bölümlerini de önümüzdeki günlerde kaleme almayı planlıyorum. Bu görüşlerim doğal olarak sadece şahsımı bağlamaktadır.”
CUMHURBAŞKANI ONAYLADI, HAZİNE TAM 200 MİLYAR TL DAHA BORÇLANACAK!