35,3503$% 0.5
36,7545€% 0.12
44,3553£% 0.03
2.955,90%-0,01
4.781,00%-0,99
Hasbi ve muhasibi düşünme, varlık ve oluş karşısında insanın içine düştüğü hayret ve duyduğu hayranlıktan kaynaklanan: “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” sorusundan/sorumluluğundan doğar. Hesabi düşünme ise, varlık ve oluş karşısında doğan meraktan doğar ve bilim olarak varlıkları hesap eder/sayar.
Merak, insanın etrafında beş duyusu ile idrak ettiği ve herkesin, alışkanlık ve aşina olmakla “normal” bulduğu nesne/şey ve olayların/olguların içyüzünü, mahiyetini, ne-idüğünü, nedenini bilme ve tanıma arzusudur. Ahlaki bir duygu-içerik taşımaz. İnsanı hayvandan ayıran önemli bir niteliktir. Bilim ve teknoloji, meraktan doğar. Eski Yunanistan’da Arşimet’in hamamda hamam tasının suya batmamasını merak ederek, suyun kaldırma kuvvetini bulması; Newton’un, elmaların düşmesini merak ederek, yerin çekim kuvvetini bulması, buna örnek olarak verilebilir. Bilimsel merakın doğurduğu sorular: “Bu, nedir?” ve “Bu, nasıl oluyor?” sorularıdır. Felsefi düşünme de, büyük oranda, bir “Meraklı Melahat”lıktır. Merak, -ahlaki bağlamda- misyonsuz, gayesiz, amaçsız, soru-msuz (ahlaki soru soramayan) insanın en ciddi işidir. Sanatsal yaratıcılık da, aslında bu halet-i ruhiyenin bir ürünüdür. Bu analiz, hayretli Hayri ve Hayriyelerin de, meraklı Melahat ve Mahmut olamayacağı anlamına gelmez.
Hayrete Düşmek/Taaccüp Etmek
Hayret veya taaccüp etmek, meraktan farklı olarak, herkesin “normal” karşıladığı olay ve olgulardan ahlaki bir duygulanımla şaşkınlık/hayret içine düşmek, tuhaf bulmak, “olağan-üstü” olarak görmektir. Hayreti doğuran sorular: “Bu, niçin başka türlü (kaos) değil de; böyle (düzenli) oluyor?” ve “Bu nesne/şey, niçin, yok değil de var?”dır. “Hayranlık”, bu duygudan gelir. Wittgenstein’ın: “Varlığın, ‘nasıl’ olmasındansa; ‘olması’ daha hayretamizdir” cümlesi, bu durumu ifade eder. Din, ahlaki bir duygulanım ile insanın, içinde bulunduğu Evren, Güneş Sistemi, Ekosistem ve kendinin düzenliliği-uyumu karşısında taaccüp ederek, hayrete düşerek: “Bu değirmenin ‘suyu’ nereden geliyor?” ahlaki sorusunu sorması ile başlar. Bu soruyu soramayan insanlar da: “Üzümü ye; bağını sorma”, sorumsuzluk, ilgisizlik, oralı olmama, nankörlük modundadırlar. Kur’an, bu tutumu, nankörlük (küfr) ve hayvanlık olarak niteler (8/22,55). “Sen (peygamber), hayranlık duyarken/taaccüp ederken/hayrete düşerken; onlar (inkârcılar), alay ederler” (37/12) ifadesi, bu gerçeği ortaya koyar. Meraktan doğan düşünme ise: “Bu değirmenin (sistematiğin/düzenliliğin) ‘çarkı’ nasıl dönüyor?” bilimsel sorusunu sorar ve cevaplamaya çalışır. Başta insanın kendi mükemmelliği olmak üzere, Güneş Sistemi ve Ekosistem arasındaki uyumun bir lütuf, ikram, inam, ihsan, emre-amade (teshir) olmasından şükran duygusu ile bunun failini/Tanrı’yı keşfetmesi/iman, dinin temelidir. Ahlaki duygulanımdan doğan düşünme, Kur’an’da tefekkür, taakkul, tezekkür, tafakkuh, teemmül, ibret, nazar, rey… olarak nitelenir. Örneğin: “…Onlar, yerin (Ekosistem) ve göklerin (Evren-Güneş sistemi) yaratılışı/düzeni/uyumu üzerine düşünerek: ‘Rabbimiz, bunları, boş yere (batılen) yaratmadın; seni eksikliklerden tenzih ederiz…’ derler” (2/191).
Kaygı/Endişe Taşımak
Kaygı/endişe, yaşarken, bizimle ilgili/ilişkili olan ve sonunu bilemediğimiz-emin olmadığımız veya sonucundan korktuğumuz olaylar-olgular karşısında hissettiğimiz duygudur. Bu duygu da insanı düşünmeye sevk eder. Özen, önem, ihtimam ile kaygı, tasa, telaş, huzursuzluk ve endişeyi bir birine karıştırmamak gerekir. Birinci duygular, bizim ile ilişkisini kavradığımız, idrak ettiğimiz, tanıdığımız kişilere veya olgulara-olaylara yönelik iken; ikinciler, emin olmadığımız, tanımadığımız, korktuğumuz kişi ve olaylara dönüktür. Heidegger, İnsanın (Dasein), “ölüme-doğru varlık” olma endişesinden (sorge), varlığa ve hemcinsine karşı bir ihtimam-özen-itina-ilgililik çıkarmaya çalışmıştır.
Kaygının İki Hali
Bu bağlamda iki düşünürün görüşlerine yer vereceğiz. Birincisi, “Din-siz” bir filozof olan ve felsefesini “Ontolojik Fenomenoloji” olarak isimlendiren Heidegger; ikincisi ise, Müslüman bir düşünür olan Fazlurrahman’dır.
Heidegger, insanı (Dasein) dünyaya “fırlatılmış”, yani fırlama, nerden geldiği bilinmeyen ve akıbetini de “ölüme (hiçliğe)-doğru varlık” olarak niteler. Başlangıç (Mebde), bilinemediği gibi; ölümüm “ötesi” (Mead) de yoktur. Bu durum, genelde (“herkeslik” olarak) insanlarda bir oyalanma, gevezelik, gününü gün etme, vurdum-duymazlık, (Kur’an’ın deyimi ile “oyun-eğlence”) halet-i ruhiyesi yaratır. Ancak, Heidegger’e göre insan, “ölümlü” olduğunu düşünürse; varlığa, insanlara karşı bir ihtimam, özen, itina, ilgi (sorge) de oluşabilir. O, bunun peşindedir; bunun oluşmasını savunur: “İhtimam, Dasein’a kendisine şeffaf olduğu, varlık hakkında doğru sorular oluşturabileceği bir zemin ve zaman hazırlar. Başka birçok fenomen, bu zeminde anlam kazanır. İhtimam, onun dünyaya ilgisini ve başkalarına dönük itinasını temellendiren temel bir yetidir. Sahih ya da gayri sahih başka eksistansiyaller (niyetler), kökensel duyum ifadeleri; arzu, iştah, meyil gibi biçimleri, korku, endişe gibi ruh halleri “ihtimam” halinin/fenomeninin sırtında taşınır… İlgi, itina ya da ihtimam görüngüleri aynı zamanda yüz çevirme, suçlama, yargılama, hatta şiddeti de içinde barındırabilir. Çünkü ontolojik düzeyde özen göstermenin ‘iyi’ ya da ‘kötü’ biçimleri tanımlanamaz.” (Özgür Taburoğlu, Varlık İzleri: Işık ve Ses: Heidegger’de Temel Kavramlar. İst. 2022. S.120) Heidegger, felsefesinde “Etik”e yer vermediği için, insanın bu tutumunu Heidegger, “Varlığa çobanlık” olarak niteler.
Fransız filozof E. Levinas, Heidegger’in bu felsefesini, Yunan felsefesinin özü olarak “Ontolojik Emperyalizm”in bir devamı olarak görüp reddederek, kendi ahlak felsefesi olan “Başkalık” metafiziğini geliştirmiştir. (Bkz. Ö.Gözel. Varlıktan Başka (Levinas’ın Metafiziğine Giriş). İst. 2010.)
Endişe/Kaygı, İslam’da ilk olarak -ahlaki bağlamda- hakikatin ve Tanrı’nın rızasının her tekil ilişkide veya durumda “ne” olduğunu bilme/bulma ve onu doğru olarak tercih etme kaygısıdır. İkinci olarak da, Ahiretteki durumunun, kazanan/kurtulan mı; yoksa, kaybeden ve cezayı hak eden mi olduğu konusundaki korkudur. Bu durum, Kur’an’da “Takva” olarak isimlendirilir. Takvayı Fazlurrahman, birinci bağlamı ile şöyle tanımlıyor: “Takva kavramı ile ima edilen şey, nefis muhasebesinin (Öz-eleştiri. İG) hiçbir zaman kendini her şeyden masum görme anlamına gelmeyeceğidir. Tam aksine; takvanın anlamının ayrılmaz bir unsuru şudur: Bir insan davranışlarını düzenlemek için kendini mümkün olduğu kadar nesnel bir şekilde nefis muhasebesine çekse de; hiçbir zaman, doğruyu seçtiğinde garanti yoktur. Eğer bu nefis muhasebesi, tek başına yeterli olsaydı; ‘Hümanizm’ mükemmel işler ve böylece ‘Aşkın (Allah)’a ihtiyaç kalmazdı. Fakat, insanların vicdanlarının ne kadar sübjektif olabildiğini biliyoruz. İşte takva, bizzat bu aşkınlığa işaret eder. Zira, onun ima ettiği şey, her ne kadar çaba/gayret bizimse de; bizim yapıp-etmelerimiz hakkında nihaî ve gerçekten nesnel değerlendirme, bizim değil; Allah’ın yetkisindedir.” (Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı. Çev: A. Çiftçi. Ank.19997. S.14.) Bu bağlamda “Takva” kavramının, taaccüp etmek ve hayrete düşmekle derin bir bağlantısı vardır.
Takva kavramının ikinci anlamını ise T. İzutsu, “Allah’tan çekinin (ittekû), zira, Allah’ın azabı şiddetlidir” (5/2) ayetini yorumlarken şöyle ortaya koyar: “Bu kısa cümlede üç kelimenin (ittika, Allah, azap) birleşmesi, Kur’an’da takva kelimesinin asıl yapısını açıkça gösterir. Bu manada takva, ‘Ahiret’ ile ilgili bir kavramdır. Ahiret ile ilgili azap korkusunu ifade eder. Asıl mana budur. Sonradan, bu manadan zahit kimsenin Allah’tan korkması ve nihayet ‘dindarlık’ manaları doğmuştur.” (T. İzutsu. Kur’an’da Allah ve İnsan. Çev: S. Ateş. Ank. 1980. S. 222)
Sonuç
Hasbi ve muhasibi düşünme, varlık ve oluş karşısında insanın içine düştüğü hayret ve duyduğu hayranlıktan kaynaklanan: “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” sorusundan/sorumluluğundan doğar. “Üzümü ye; bağını sorma” sorumsuzluğu, hayvanlık derekesine düşme ve nankörlük olarak küfürdür.
Hesabi düşünme ise, varlık ve oluş karşısında doğan meraktan doğar ve bilim olarak varlıkları hesap eder/sayar (calculation). Descartes’ın başlattığı, canlı dünyaya anestezi uygulayarak ve matematikle göz-önüne getirerek (kesinlik) kurduğu mekanik dünyada insan, artık ellere sahip değildir. Nerede kaldı “kalb”e sahip olsun. “Ama o, mekanik bir robot olarak bir çift pençe taşır. Bugün, (“Tecno-city”lerde. İG) tekno-bilimin soğuk pençelerinin sırtımızda (hatta içimizde “Trans-Humanizm”. İG) gezindiğini hissediyorsak, bunda modern bilimin temelinde yatan işbu ‘Kartezyen’ dünya tasavvurunun payı yadsınamaz”. (Özkan Gözel, Heidegger’in “Dünya”sı. İst. 2022. S.123). Descartes’ın “göz-önüne” getirmeye çalıştığı varlığı; Heidegger, “El-altında” bulmaya çalışmaktadır. Bu iki meraklı Avrupalı filozof, hiç hayrete düşemedikleri için; akıllarına mahlukatın (varlığın) bir lütuf, ihsan, ikram…olabileceği gelmiyor.
Heidegger’in peşinde olduğu “Ölüme-doğru varlık” olmaktan doğmasını beklediği düşünceli/itinalı olma, ihtimam, özen gösterme ise, vatandaşı Kant’ın -Descartes’ın muakkibi olarak- bütün eksistansiyallerden/duygulardan soyutlamış “Kategorik Buyruk”u gibi, bitmesi-yeşermesi (hayat bulması) alabildiğine zor olan bir “Gazoz Ağacı” gibidir.
KILIÇDAROĞLU’NU SAVUNURKEN SANIK OLDU!