34,3834$% 0.16
36,5470€% -0.23
44,1207£% -0.21
2.869,64%-0,83
4.864,00%-0,97
İnsan-dünya/hayatın anlamı hususunda insanlığın kültür-düşünce hazinesinde başlıca üç metafizik-ahlaki çanak mevcuttur. 1- Tek/Biricik Dünyalı insan/hayat. 2- Çift/İki Dünyalı insan/hayat. 3- Dünyasız insan/hayat (Kutsallık-Tanrısallık). Bunlardan birincisi, Tanrısız; İkincisi, Tek-Tanrılı; üçüncüsü ise Tüm-Tanrılı (Panteist) bir insan-dünya-evren görüşüdür. Birincisi, ruhsuz bir bedene; ikincisi, ayrı ayrı ruh ve bedene; üçüncüsü ise Tanrısal tek bir ruha inanır.
Ekonomi, siyaset ve hukuk formasyonları gibi, bireylerin ve toplumların dünya görüşüne, üst kültür sistemine, anlam çerçevesine ve metafizik çanağına göre şekillenen normatif süreçlerdir. Akıl sahibi bir varlık, kendine koyduğu bir hedef, amaç, gaye uğruna kendini kişileştiriyorsa; bu varlık, bir “ahlak” kişisidir. “İhtiyaç” kavramı, A’nın, Y için X’e ihtiyaç duyması olarak, A’nın “kim?” olduğu ve Y’nin (hedef, amaç, gaye) “ne?” olduğuna göre değişir. İnsan olmanın ortak paydasında temel ihtiyaçlar, yani beslenme, barınma, neslin devamı, güvenlik, sağlık, eğitim, itibar arama vb. değişmese de; bunların sayısı ve nasıl karşılanacağı, A’nın ve Y’nin tanımına göre değişir. Bu da bizi, insanın/hayatın/dünyanın anlamına, yani metafiziğe götürür.
İnsan-dünya/hayatın anlamı hususunda insanlığın kültür-düşünce hazinesinde başlıca üç metafizik-ahlaki çanak mevcuttur. 1- Tek/Biricik Dünyalı insan/hayat. 2- Çift/İki Dünyalı insan/hayat. 3- Dünyasız insan/hayat (Kutsallık-Tanrısallık). Bunlardan birincisi, Tanrısız; İkincisi, Tek-Tanrılı; üçüncüsü ise Tüm-Tanrılı (Panteist) bir insan-dünya-evren görüşüdür. Birincisi, ruhsuz bir bedene; ikincisi, ayrı ayrı ruh ve bedene; üçüncüsü ise Tanrısal tek bir ruha inanır.
Bu ebedi kültür, kişilik, insan, ruh prototiplerinin “dünya” ile ilişkilerini Walter Schubar şöyle tanımlar: 1- Kahraman Kültür-Kişilik-İnsan Proto-tipi: “Dünyayı örgütçü çabası ile düzene sokulması gereken bir kargaşa olarak görür. Kahraman insan, dünya ile barışçıl olarak geçinmez; var olan biçimi altında ona karşı çıkar. Benlik güvenciyle, benlik gurur ile ve erk tutkusu ile doludur. Dünyaya bir köleye bakar gibi bakar. Ona efendilik etmek, egemen olmak ve onu kendi planlarına göre şekillendirmek ister. Dünyaya Kahraman insanın belirlediği amaçlar verilir. Bu insan, gözlerini yukarıya kaldırıp gökyüzüne saygıyla bakmaz; tersine, erk tutkusu ve gururla dolu olduğu için, aşağıya doğru, düşman ve kıskanç gözlerle yeryüzüne bakar. Tanrı’dan gitgide daha çok uzaklaşır ve deneysel şeylerin dünyasına gitgide daha çok gömülür. Laikleşme (Sekülerleşme-İG) onun kaderidir; ‘Kahramanlık’, başlıca yaşam duygusu; ‘Trajedya’ ise, sonu/amacıdır. Böyle bir dünyada, özellikle böyle bir kültür ve insan proto-tipinde her şey dinamiktir. Kahraman evrende hiçbir şey statik değildir. Prometheus gibi, ‘Kahraman’ insan, her güce ve her Tanrıya meydan okur. Etkindir; gergindir ve alabildiğine enerjiktir. Buna uygun olarak, Kahramanlık ya da Prometheusçuluk çağları özellikle dinamik, hareketli ve etkindir. Roma, erkinin doruğunda kendini böyle hissetmiştir. 16’ncı yüzyıldan sonraki Germen-Roma Batı’sında da bu proto-tip egemen olmuştur. Son dört yüzyılın Prometheusçu Batı kültürü/zihniyeti/insanı, bu proto-tipin iyi bir örneğidir.” Bu kültür, kişilik, insan proto-tipinin, bugün bütün ‘dünya’yı etkisi altına almış olduğu, herkesçe müsellemdir.
2- Mesihçi insan-kültür-kişilik zihniyeti: “Kendilerini, -tasarısını anlatılamayacak bir biçimde- içlerinde taşıdıkları üstün Tanrısal düzeni, yeryüzünde gerçekleştirme görevine çağrılmış hissederler. Mesihçi insan, kendi içinde hissettiği uyumu (huzuru-tutarlılığı-İG) çevresinde (dünyada) yeniden kurmak ister. Dünyayı olduğu gibi kabul etmez. Kahramanlık insanı gibi, o da, dünyayı değiştirmek ister; ama kendi benlik-iradesi ya da benlik-doyumu için değil; kendine Tanrı tarafından verilen ödevi yerine getirmek için değiştirmek ister. Uyumlu (Çin Budizm’i-İG) insan gibi, o da dünyayı sever; fakat olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi sever. Uyumlu insanın ereğine erişilmiştir; Mesihçi insanın ereği ise, çok uzakta ve gelecektedir. Ancak, Zahit insanın tersine, o, bu amaca kesinlikle ulaşılacağına inanır. Mesihçi insan, erk tutkusu ile değil; uzlaşma duygusu ve sevgisi ile esinlenir. Yönetmek için bölmez; bölünenleri, bir bütün içinde birleştirmek için onlar arar. Kuşku ve nefretle değil; asıl gerçekliğe (hakikate-İG) derin bir güvenle (iman) hareket eder. İnsanları, birbirinin düşmanı (kurt-İG) olarak değil; kardeş diye görür. Dünyaya yağmalanacak bir ganimet gözü ile değil; aydınlatılması, soylulaştırılması ve kutsallaştırılması gereken kaba bir malzeme olarak bakar. Ayrılmış olanları birleştirmek, uyumsuz düşene uyum kazandırmak, bu gezegende “Tanrı’nın Krallığı”nı ya da kendisinin en yüksek ülküsünü gözle görünür kılmak yolunda bir çeşit evrensel tutku, benliğini sarmıştır. Mesihçi insan, bu en yüksek ülkünün, burada/yeryüzünde/dünyada gerçekleştirilmesi için çalışır.” W. Schubar’ın tasvir ettiği bu proto-tipin, genel olarak İbrahimi (Vahiy-Peygamber=Tevrat/Musa-İncil/İsa-Kur’an/Muhammed) Monoteizmin insan, kişilik, ruh, dünya, hayat görüşü olduğu bilinmektedir.
3- Zahit kültür, kişilik, insan, ruh zihniyeti: “Bu insan, ampirik varoluşu bir hata; duyum dünyasını da bir ‘serap’ ve kötü bir ‘iğva’ olarak görür. Her ikisinden de öz-ötesi, gerçeklik (dünya) ötesi mistiklik alanına kaçar. Zahit kişi, duyum dünyasını, hiç bir pişmanlık hissetmeden terk eder. Onu düzeltmek (ıslah etmek-İG) için ne isteği ne de umudu vardır. Duyum dünyasını değiştirmeye hiç de kalkışmaz… Hinduizm ve Budizm’in Hintleri, Yeni-Platoncular ve (Monoteist dinlere sızmış-İG) zahit tarikatlar, bu proto-tipin iyi birer örnekleridir.” (P. A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, Çev: M. Tunçay, Ankara, 1972, s.117-118.) Kapitalizmin egemen olduğu bugünkü dünyada bu insan tipinin, Hindistan da -az da olsa- yaşamakta olduğunu söyleyebiliriz. Aşağıda W. Schubart’ın yaptığı tasnifteki ilk iki tipin karakter özelliklerini -ikinciye Kur’an’ı esas alarak- biraz daha detaylandırmaya çalışacağım.
Erich Fromm, bu tipin ekonomi anlayışını “Sahip Olmak” olarak niteler: “Varlığı özel mülkiyet, kâr ve iktidar üzerine kurulu bir toplumda yaşadığımız için, düşünce ve değer yargılarımız, önceden belirlenmiş gibidir. Bu nedenle, endüstri toplumlarındaki bireylerin en kutsal ve doğal haklarının kazanç, mal-mülk sahibi olmak ve kazanç için çalışmak olduğunu söyleyebiliriz… Çünkü özel mülkiyet olarak ‘Private’, Latincedeki ‘Privare: Soymak, yağma etmek, zorla ele geçirmek, başkalarını mahrum bırakmak sözcüğünden türetilmiş olup; kişiyi o malın tek sahibi ve efendisi kılmakta ve diğer insanların, onu kullanıp, ondan yararlanmalarını kısıtlamaktadır.” (E. Fromm, Sahip Olmak ve Olmak, Çev: A. Arıtan, İstanbul, 1990, s.105-106.)
Bu proto-tipin ekonomik-ahlaki karakterini Fromm, -birbirine zıt ve üretici olmayan- “İstifçi” ve “Sömürücü” olarak niteler ve başlıca karakter özelliklerini şöyle sıralar: 1- İstifçi Kişilik: Düş gücü olmayan, becerikli, hesabını bilen, dikkatli, sabırlı, cimri, kuşkucu, soğuk, uyuşuk, kaygılı, sabırlı, saplantılı… 2- Sömürücü Kişilik: Sömürücü, saldırgan, atılgan, gururlu/kibirli, egoist, düşüncesiz, küstah, savurgan… (E. Fromm, Kendini Savunan İnsan, Çev: N. Arat, İstanbul, 1991, s.119-120.)
Bu insan tipinin, yeryüzünde ortaya konan “kötülük” ile ilişkisini Alexıus J. Bucher şöyle tasvir eder: “İnsan, yaşamını kazanmanın ya da yitirmenin kendi elinde olduğunu kavrarsa ve bunu gerçekleştirmek için aslında ne kadar yetersiz olduğunu bilirse; o zaman, Jean Paul Sartre’ın, korkunun insanın kendi kendisini bilmesi ile özdeş olduğu savı, anlaşılır olur: “Korku içinde iken özgürlük, kendi kendisinden korkar.”… Eğer kötülük, zorunlu olarak korkudan çıkıyorsa; korku, insanın özgürlüğü ile ilgili ise, o zaman insan, varoluşsal özgürlüğünden dolayı mı kötülüğe bulaşmaktadır? İnsan özgürlüğü, ondan beklenenin tamamen aksini yapma olanağını içinde taşımaktadır! Özgürlükten korkma, boşa geçmiş (biricik-İG) yaşamın anlamsızlığı karşısındaki korkudan kaynaklanır. ‘Ölüm’, hâlâ gerçekten (doya-doya veya dolu-dolu-İG) yaşanmamış bir yaşamın sonunu oluşturuyorsa; daha da korkunç olur. Bu nedenle, ölüm korkusu, daha çok ölümden sonrasına yönelik değildir; aksine, boşa çıkan umut ve beklentilerin son bulduğunun kesinliği karşısında, ölümden öncesine ilişkin duyulan dehşeti yansıtır… Kötülüğün, korkudan ve ‘yaşam kazanmak için’ korkunun yaptırdığı saldırgan girişimlerden geldiği eğer açıklık kazandı ise; o zaman, insanların düşünerek kullandıkları özgürlükle bilerek kötülüğü seçmelerinin nedeni anlaşılır hale gelir. Özgürlük olgusunun kendisi, dibine kadar korku ile doludur; sadece iç ve dış tehditlerden değil; kendi kendisinden duyduğu korku ile de doludur… Mücadelelerle elde edilmiş yaşam, kendisini kendisine karşı yok ederek korumaktadır. Kötülük, kendi özleminin sapıklığından duyulan korkunun sapıklığıdır. Bu olasılık karşısında insanın duyduğu korku, onu vahşice korunma stratejilerine: ‘Ya ben; ya onlar’ stratejisine; her şeyi kendi eline geçirme, her şeye sahip olma stratejisine götürür. Yani kötülüğün mekanizmasının içine.” (Alexıus J. Bucher, “Yitirdiğimiz Suçsuzluğumuz Ya Da Özgürlüğün Saldırgan Gücü Üzerine”, Yüzyılımızda İnsan Felsefesi adlı kitabın içinde, Haz: İonna Kuçuradi, Ankara,1997, s 218-19.)
Endüstri Devrimi’nden sonra dünyaya egemen olan; ahlak teorisi olarak “Utilitarizm” (J. S. Mill) ve “Pragmatizm” (W.James) olarak kurulup “Kapitalizm-Emperyalizm” olarak tecessüm ettikten sonra ABD ve AB olarak örgütlenen; Rusya ve Çin’in -aynı materyalist metafiziğe bağlı- “Komünizm/Sosyalizm” denemelerinden sonra, onları da kendisine benzeten iktisadi metafiziğin insan psikolojisi, özetle budur.
Walter Schubar’ın “Mesihçi” olarak kodladığı insan, kişilik, ruh, proto-tip, Monoteist-İbrahimî Vahiy-Peygamber geleneğinin “Hz. İsa/İncil” öğretisini özetler. Walter Schubar’ın İbrahimi Vahiy/Peygamber geleneğini/öğretisini -Hristiyan olması hasebi ile- “Mesih” kavramı ile nitelemesi, anlaşılabilir bir husustur. Ben ise, burada aynı öğretinin “Hz. Muhammed/Kur’an” versiyonunun “Mücahit” insan/hayat/ekonomi öğretisini özetleyeceğim. Bu öğretiye göre yaşam, “Din/Deyn” olarak borç ödeme ve borç vermedir. “Borç ödeme”, Güneş Sistemi, ekosistem ve insanın kendini kendine bir lütuf, ihsan, ikram, inam, rahmet olarak vermiş Rahman olan Allah’a minnettarlık ve şükran duygusu ile iman ve ibadet ederek borcunu ödemek ve hemcinsine karşı adil ve merhametli davranarak, sahip olduğu malı/zenginliği onlarla paylaşarak (zekât-infak) Allah’a “Borç vermek”tir (Karz-ı Hasen-2/245, 5/12, 57/11, 64/17, 73/20). Bu ahlaki/dinsel ilişki, aynı zamanda “veresiye” bir ticaret ekonomisidir. Din-Ekonomi ve Ahlak, aynı süreçtir. Mü’min, bu dünyada kendine “emanet” olarak verilmiş mal-mülk ve evlatları ile denenmektedir. Burada yaptığı paylaşımların karşılığı, kendisine ahirette (cennet) katbekat ödenecektir. İktisadi faaliyet üretim, dağıtım/paylaşım ve tüketim süreçleriyle birlikte, bütünsel olarak ahlaki/dinî bir süreçtir. Ekonomik nesnelerin tümü, -nimet/rızık olarak- Allah’ın fazlıdır (hibesi). Ekonomik faaliyetler, “kesb” ve “sa’y” olarak ahlaki süreçlerdir. Özel mülkiyet, -“mutlak” olarak değil; “emanet” olarak- meşrudur. Elde edilmesinin meşru/helal yolları: Miras, emek (zihinsel-bedensel), üretim (tarım-teknoloji), ticaret ve hibedir. Kamu otoritesi, -miktarını takdir ederek- özel mülkün bir kısmını zorunlu vergi (zekât) olarak kamu giderlerini karşılamak üzere alır. Gerisini, variyetli olanlar, gönüllü olarak infak etmelidir. “Zahitlik”, meşru ve Kur’anî bir erdem olmadığı gibi (7/32) -Kur’an’î erdem, teyakkuz ve tetikte olma anlamında “Takva”dır-; istifçilik, cimrilik, israf, gasp, hırsızlık ve sömürü haramdır. (Geniş bilgi için bkz: Fazlurrahman, “İslam ve İktisadi Adalet Sorunu” İslami Yenilenme-III, Çev: A. Çiftçi, Ankara, 2018, s.93 vd.)
Mal-mülk, Allah’ındır. İnsanlara emanet ve denenme aracı olarak verilmiştir (24/33). “Mal” kavramı, Arapçada “Me-ye-le” kökünden gelir. Meyletmek, akmak, dolaşmak demektir. Mal da toplanıp, yığılma, depolama, istifleme yerine; üretime, dağıtıma, dolaşıma sokulması gerekir. Ribanın (faiz) yasaklanmasının sebebi, malın akışını-dolaşımının, üretiminin durdurulup, yoksulların aleyhine; zenginlerin lehine yığılmasıdır. Üretimde verimlilik; dağıtımda adalet; tüketimde tutumluluk esastır. Herkes için emeğinin ürünü/kazancı ile onurlu bir istihdam ortamı oluşturmak esastır: “İnsana ancak gayretinin karşılığı yaraşır” (53/39). “Zenginlerin malında da çaresiz, fakir, yoksullarla paylaşılması gereken bir hisse vardır” (51/19, 70/25). Bunun bir kısmı “zorunlu” olan vergidir (zekât); diğeri ise, “gönüllü” olan infaktır. Bu çözüm, “Komünizm/Sosyalizm” teorisinden ayrıdır; “Sosyal Demokrasi” çözümüne daha yakındır. Malı, kendi menfaati-mutluluğu/hazzı-zevki için olduğu kadar “Allah yolunda” harcamak, esastır. “Allah yolu” ile kastedilen, kamu maslahatı ve güvenliğidir. “Mal” ile insanın denenmesinden maksat, insanın cimrilik ve mal sevgisini gerileterek onun şuurunu/insanlığını, özgürlüğünü ve erdemini geliştirmektir. Malın kölesi olan cimri insandan hayır/iyilik gelmez: Akraba-kabile bağları, ticaret, mesken… sevgisi, ahlaki/dinî davanın/denenmenin önüne geçememeli (9/24). Kendi başına mal ve evlat fazlalığı, insanın hüsranını artırır (71/21). Mal ve evlat (nüfus) fazlalığı, insanı şaşırtmamalı/şımartmamalı (9/55); bunların bolluğu, mutlak hayır olduğu anlamına gelmez (23/55)… (Geniş bilgi için bkz: Hasan Hanefi, “el-Mal Fi’l-Kur’an”, Ed-Din ve’S-Sevra Fi Mısr-7, Kahire, 1989, s.121 vd.)
“İhtiyaç” kavramı, birinci metafizik çanakta olduğu gibi, salt-seküler ekonomik olarak değil; ahlaki/ekonomik olarak İslam fıkhında “Zaruriyyat”, “Haciyyat” ve “Tahsiniyyat” olmak üzere üç kategoride ele alınmıştır: “‘Zaruri’ nesneye gelince, bu, insan hayatının üzerine kurulduğu nesnedir. Bunlar, ‘olmazsa olmaz’lardır. Bulunmadıklarında insanların hayatları felce uğrar, maslahatları gerçekleşmez, karışıklık ve fenalıklar yaygın hale gelir. Bunlar: Din, can, akıl, ırz ve maldır… ‘Haciyyat’, normal ihtiyaçlardır. Bunlar bulunmadığında insanlar, zahmet ve darlığa düşerler. ‘Tahsiniyyat’ (estetik nesneler), bunlar mürüvvetin, edebin ve fiillerin en sağlam yolda yürümesini gerekli kılan nesnelerdir.” (Dr. Abdulvahhap Hallâf, İslam Hukuk Felsefesi, Çev: H. Atay, Ankara, 1985, s. 381.)
Japon düşünür Kojin Karatani, insanlığın iktisat tarihini, politik formasyonlara paralel olarak Klan-Armağan (A); Devlet/İmparatorluk-Yağma ve Yeniden Bölüşüm (B); Sermaye/Şirket- Para ve Meta (C) mübadelesi olarak özetler: “Bu formasyonlar, birbirlerinden yalnızca hangi mübadele tarzının başat bir rol oynadığı ile ayrılır. Kabile toplumlarında karşılıklılık esasına dayanan A tipi mübadele tarzı baskındır. B veya C tipinin olmadığı anlamına gelmez; savaş ya da ticaret gibi alanlarda onlar da bulunur. Fakat B ve C uğraklarında -karşılıklılık ilkesine tabi olduğundan-, A (Armağan) tipi gelişmez… C tipi mübadele tarzı baskınsa, “Kapitalist” toplumdan söz ediyoruz demektir… Kapitalist üretim, kölelik ya da serflik üretiminden (B tipi) emek gücü metasına dayanan bir meta üretimi sistemi olmasıyla ayrılır.” (K. Karatani, Dünya Tarihinin Yapısı: Üretim Tarzlarından Mübadele Tarzlarına, Çev: Ali Karatay, İstanbul, 2017, s. 38-39.)
Karatani, mübadele tarzlarıyla ahlak arasında bir özdeşlik/eşlik görür: “Mübadele tarzından ayrı, özgün bir ahlaki alanın bulunmadığı doğrudur. Genellikle ahlak alanının ekonomi alanından bağımsız olduğu düşünülür; fakat ahlak, mübadele tarzıyla aslında hiç de alakasız değildir. Örneğin, Friedrich Nietzsche, ‘suçluluk’ bilincinin, bir tür ‘borçluluk’ duygusundan doğduğunu öne sürer. Bu düşünce, ahlak ve dinin, ‘mübadele’ tarzlarıyla derinden bağlantılı olduğunu ortaya koyar. Dolayısıyla, ekonomik altyapıyı, üretim tarzı değil de; ‘mübadele tarzı’ çerçevesinde ele alırsak, ekonomik altyapı çerçevesinde ahlakı anlayabiliriz.” (Karatani, a.g.e., s.37.)
Burada Nietzsche’nin “suçluluk” olarak yorumladığı duyguyu, kendisinin de tekrarladığı “kişisel sorumluluk hissi…” duygusu (Karatani, a.g.e., s.192) olarak düzeltirsek; İbrahimî Monoteist Vahiy/Peygamberlerin vazettiği Dini/Deyn (borçluluk), Tanrının verdiği nimetlere (mal-mülk/zenginlik) karşılık “borç ödeme (iman-ibadet) ve Tanrı’ya “Borç Verme=Karz-ı Hasen”, yani hem-cinslerimize infak/paylaşım ve ahirette (öbür dünya) karşılığını alma öğretisi ile örtüşmektedir: “İyiliğin karşılığı, iyilikten başka nedir ki?” (Kur’an/55-Rahman/60). Veya M. Weber’in teşhis ettiği gibi, ilahi niyazlarda tekrarlanan: “Do ut des=Veriyorum ki verebilesin” (Karatani, a.g.e., s.191). Karatani, “D tipi” diye “Bilinçli ve Gönüllü-İG” bir Armağan/Mübadele tarzının, Evrensel Dinler (Yahudilik, Hristiyanlık, İslam, Hinduizm, Budizm) tarafından ortaya konduğunu iddia eder. “Diğer yandan burada yalnızca topluluğun bir üyesi olmakla kalmayan, görece özerk bireylerin doğuşu söz konusudur. Bunların ilki, “Tanrı’nın gücü”nün topluluk/kabile, devlet ya da paranın gücünü aşan bir biçim aldığı anlamına geliyordu. Keza, bunun diğer bir anlamı da, “D tipi” mübadele tarzının, Tanrı’nın gücü yolu ile A, B ve C tipi mübadele tarzlarını aşan bir şey olarak başvurulduğu ve bunun başka bir şekilde yapılamayacağıydı. İkincisi ise, D tipi mübadele tarzının, topluluktan bağımsız ayrı ayrı bireylerin varlığı öncülüğüne dayandığı anlamına geliyordu. Bu iki gelişme, birbirinden ayrı düşünülemez: Herhangi bir devlet ya da topluluğun alanını aşan bir Tanrı’nın varlığı, ne ‘Devlet’ ne de topluluğa/kılan-kabile bağlı bireylerin varlığına tekabül ediyordu” (Karatani, a.g.e., s.209). “Evrensel bir din olarak Museviliğin oluşumu, Babil’de esir tutulanların eseriydi. Yahve’ye olan imanları, kabile ya da devlet zorlamasından ileri gelmiyordu; devletin (Yahuda Krallığı) yıkılışı ile birlikte, böyle bir güç, zaten kalmamıştı. Bir diğer önemli nokta da, esir alınanların çoğunun, yönetici ya da entelektüel sınıflardan gelmesi ve Babil’de esasen ticaretle uğraşmaları idi” (Karatani, a.g.e., s.209). “Fakat İsa’nın eleştirisi, kendisinden öncekilerden daha sert ve esaslıydı. Çünkü o, Yahudi halkının, giderek birey olarak, Roma İmparatorluğu’nun para ekonomisinin etkisi altında geleneksel topluluktan kopan bireyler olarak yaşadığı bir dönemde aktifti. Bu koşullar altında İsa’nın öğrettiği seçenek devleti, geleneksel topluluğu ve para ekonomisini reddeden bir yaşam biçimiydi” (Karatani, a.g.e., s.212). “Tüm evrensel dinlerde ortak olan özellik, krallara ve rahiplere karşı eleştirel bir tutum almalarıdır. Fakat genişleyen her dinsel grup, kendini nihayetinde tam da başlangıçta reddettiği yolda yürürken bulur. Kendisi, devletin resmî dini; ruhban sınıfı da, yönetim düzeninin bir parçası haline gelir… Muhammed peygamber, Musevilik ve Hristiyanlıkta yitirilmiş olan karşılıklılığa dayalı göçebe topluluğu yeniden (Bilinçli-Gönüllü Armağan Mübadelesi=İnfak) tesis etmek için bir hareket başlattı. Bununla birlikte İslamiyet, esasen bir kent dini idi ve ilan ettiği toplum (Ümmet), daha üst boyutta bir topluluktu; dolayısıyla “Kabile/Klan” topluluğundan farklıydı. Fakat İslam yayıldıkça rahipliği ve monarşiyi reddederken bile, hızla bir dinsel devlete dönüşüyordu. Muhammed’in ölümünü takip eden ruhban krallar (Halifeler) yönetime geldiler. Dinin doktrini (teolojisi-İG) de, aynı şekilde bu ruhban sınıfı tarafından geliştirildi… Dolayısıyla kitleler için, imamlara olan inanç, peygamber tapınışından bile daha önemli hale geldi. Özellikle de, ilk imam olarak Muhammed’in öldürülen damadı Ali’ye tapınılan Şii mezhebinde. Pavlus’un, İsa’nın ölümünü yeniden yazarak bir “Kurtuluş” anlatısına çevirmesi gibi” (Karatani, a.g.e., s.220-21).
İslam; klan/kabile, ganimet, kölelik, imparatorluk toplumsal formasyonların egemen olduğu bir tarihsel kesitte ve ortamda (Arap Yarımadası) zuhur etti. Bu yapıları gevşetmek ve izale etmek niyetindeydi. Ancak, aşağının güçlü-antropolojik habitusu, göğün (Tanrı’nın) talebini pek de ciddiye almadı. Hz. Muhammed’in ölümünden sonra, Karatani’nin “D tipi” dediği: “Bilinçli-Gönüllü Armağan Mübadelesi”ne geçilemeden; Çağın Ruhu (Zeit-Geist) olan “B” tipi imparatorluk devlet yapısı ve “Yağma-Yeniden Bölüşüm” mübadele tarzına geri dönüldü. Hz. Muhammed başta olmak üzere ilk üç halife, “D” tipinin ruhuna bağlıydı: “Hz. Muhammed, bir gün Uhut Dağı’na bakarak: ‘Eğer bir gün bu dağ büyüklüğünde bir altın kütlesine sahip olursam; içinden sadece üç dirhem alır, gerisini bağışlarım’ demişti. Ali, Allah’ın lütfu için mücadele etmenin, dünyevi mallar biriktirmekten kıyas kabul etmez derecede daha önemli olduğunu ve refahın servetten ziyade, Allah’ın ihsanından kaynaklandığını kuvvetli bir şekilde ifade etmişti: ‘Eğer kader size bir yarın bahşederse; Tanrı, sizin geçimlerinizi temin edecektir. Bilin ki, ihtiyacınızın ötesinde elde ettiğiniz her şey, sizin tarafınızdan sadece başka birinin kullanımı için depolanmaktadır…’” (Benedikt Koehler, İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin Doğuşu, Çev: İsmail Kurun, Ankara, 2016, s.126-127). “Ömer, şahsi ve resmî işleri için ayrı ayrı hesaplar tutarken; Osman, Halife’nin, İslam Hükümetinin ‘temsilcisi’ olduğunu ileri sürerek, resmî işlerin hesabını verme mükellefiyetinin kendisini bağlamadığını iddia ettiğinden, ‘şahsi’ ve ‘resmî’ hesaplar arasındaki ayrım, bulanıklaşmıştı. Ömer, sert ama adaletli olduğundan, kendisine saygı duyuluyordu. Osman, iktidarı suiistimal etmesi ve akrabalarını kayırması sebebiyle kötüleniyordu.” (Koehler, a.g.e, s.122). Özetle, Muaviye ve Ümeyye oğullarının (Emeviler) iktidarı zorla ele geçirmesi ile “B” tipi “Yağma-Yeniden Dağıtım” mübadele tarzı perçinlenmiş oldu.
Şu anda insanlık, sermaye-şirket ve para-meta mübadelesinin (C tipi) hegemonyası altındadır. İnsanlığın kurtuluşu “D” tipi mübadele tarzındadır. “Komünizm/Sosyalizm”, bunu “devlet” zoru ile Tanrısız-Tek Dünyalı ve Ruhsuz (“Kahraman” insan) olarak denedi ve olmadı. Eğer insanlık tersini “Bilinçli” olarak ve “Gönüllü” olacak tarzda uygularsa (“Mesihçi-Mücahit” tip); olur. Değilse; kıyamete (III. Dünya Savaş’ına) hazır olmak gerekir.
TEMSİL-TİCARET VEYA DİYANET-TARİKAT!
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.