35,3590$% 0.5
36,7228€% 0.09
44,3711£% 0.08
2.955,71%-0,01
4.780,00%-0,99
Gelenek, alışkanlık, içgüdülerle geliştirilmiş yaşam tarzları, dinsel ve ahlaki düşünme tarzına uzaktır. Köstebekler gibi toprakta/yerde yuva (yerleşke/köy, kasaba, şehir) yaparak/kurarak güvenlik ve konfor arayışına yönelirler. Dağa tırmanma ve kartallar gibi yüksekten uçmayı (anlam arayışı), pek tahayyül edemezler; düşünmezler.
Genetik olarak iki türlü düşünme vardır. Birincisi, meraktan doğan felsefi-bilimsel düşünme (icat çıkarma da buraya bağlıdır); ikincisi, hayret etmekten doğan dinsel ve ahlaki düşünme. Birincisi, eski Yunan’da palazlanmış ve daha sonra (Hristiyan/teolojik parantezden sonra) Batı’da üniversitelerde gelişmiş ve çiçeklenmiştir. Bu düşünme, özel ve kurumsal (eğitim) bir çabayı gerektirmektedir. İkincisi, Doğu Akdeniz’de peygamber/vahiyle başlamış, daha sonra dogmatik teolojilere evrilmiştir.
Birinci düşünme tarzı “Bu nedir?” ve “Bu (olay-olgu) nasıl oluyor?” sorularını sorup cevaplarını arar. İkinci düşünme tarzı ise: “Ben ve bu (nesne/şey) niçin yok değil de, var(ım)?” ve “Bu (olay-olgu), niçin başka türlü değil de, böyle oluyor?” sorularını sorar. Bu ikinci soruları, tek bir soruya indirgemek de mümkündür: “Bu değirmenin (Güneş sistemi, ekosistem ve insanın kendisi) suyu nereden geliyor?” İnsanlar, bu ikinci soruyu sormadan da yaşayabilirler: “Üzümü ye, bağını sorma.” Gelenek, alışkanlık, içgüdülerle geliştirilmiş yaşam tarzları, ikinci düşünme tarzına uzaktır. Köstebekler gibi toprakta/yerde yuva (yerleşke/köy, kasaba, şehir) yaparak/kurarak güvenlik ve konfor arayışına yönelirler. Dağa tırmanma (“Dağ deneyimi”) ve kartallar gibi yüksekten uçmayı (anlam arayışı), pek tahayyül edemezler; düşünmezler. Herakleitos, bu geniş halk yığınlarını köpeklere (“Çünkü onlar, tanımadıkları insanlara ürerler”) ve eşeklere benzetir (“Çünkü saman sarısı ile altını ayıramazlar”) (Martin Heidegger, Düşüncenin Çağırdığı, Çev: Ahmet Aydoğan, İst., 2008, s. 39). Kur’an ise bunları: “Aslandan ürkmüş eşeklere” (74/50-51) ve “elbise giydirilmiş kütükler”e benzetir: “Onları gördüğünde, kalıpları hoşuna gider; konuştuklarında da dinletirler; fakat onlar, sanki (aslında) elbise giydirilmiş kereste gibidirler” (63/4). “Üzümü ye, bağını sorma” modunda yaşayan nankör (kâfir) tabiatlı insanları Kur’an, genel olarak hayvanlara benzetir; “hatta daha aşağılıktırlar” (7/179, 25/44, 47/12…).
Mu’tezilî düşünür Kadı Abdülcebbar, “İnsanın ilk ahlaki sorumluluğu, kendini nimetlendiren/ona hayat ve menfaat temin eden Allah’a şükretmektir” dedikten sonra; bunun gerçekleşmesi için de, bundan önce, onu tanıması, ilk ahlaki sorumluluktur der ve bunun gerçekleşmesi için de, daha da ilk sorumluluğun/zorunluluğun (vücubiyet) düşünmek (nazar) olduğunu vurgular. (Kadı Abdülcebbar, Şerhu Usuli’l-Hamse, Kahire, 1988, s. 76-77). Kur’an’da vuku bulan bu düşünme tarzına, ben “Şükreden Düşünme” diyorum. (İlhami Güler, Şükreden Düşünme ve Küfreden Düşünme, Ank., 2019). Bu düşünme tarzını Heidegger, kendince şöyle tanımlıyor: “Kökensel ‘der Gedanc’ hafıza/zikir ve şükür sözcüklerinde bizi çağıran alana daha yakından kulak vermeliyiz. Bizi her yerde, her zaman düşünmeye sevk eden, en ziyade düşünce uyandırandır. Onun bize bahşettiği bağışa en ziyade düşünce uyandıranı düşünerek mazhar oluruz. Böyle yaparak, en çok düşünce uyandıranı düşünür durumda kalırız; onu hatırlarız. Böylelikle özümüzün bağışı, yani düşünme için şükür borçlu olduğumuzu, düşünceyle hatırlarız. En çok düşünce uyandıranı düşündüğümüz için şükrederiz… Böyle bir şükür, (basit bir-İG) ‘tazmin’ değildir; armağan tarzında bir karşılık vermedir. Ve ancak bu karşılık vermeyle biz, asli manada düşünceye sevk edenin asli doğası içinde ne ise o olarak kalmasına izin veririz” (Heidegger, a.g.e., 68). “İlk konuşma/düşünme anlamında zikir, bir o kadar da sadakat demektir. Bu sözcük (der Gadenc), dindarlığın özel anlamına sahiptir ve ibadetin sadakatine işaret eder. Bunun tek sebebi, onun kutsal ve lütufkâr olanın (Tanrı?-İG) üzerine her şeyi kuşatıcı yoğunlaşma rabıtası ifade etmesidir. Der Gadenc, sadakat olarak hüküm süren hafızaya (hatırlama/zikir) açılır… Çünkü şükrederken düşünen kalp, toplanmış ve yoğunlaşmış olduğu yeri hatırlar. Çünkü onun ait olduğu yer, orasıdır. Hafızada geriye doğru (verilmiş olanı, varlığı, kendini vereni-İG) düşünerek hatırlayan bu düşünme, kökensel/asli teşekkürdür” (Heidegger, a.g.e., 67).
Heidegger, Sokrat öncesi Yunan düşünürlerinde varlığın gizlilikten sıyrılması-açığa çıkması (aletheia ve physis, poesis) ve açıkta toplanmış olarak sükûn etmesi (Logos) olarak hayret halinde bir düşünmenin var olduğunu; okul filozofları (Platon-Aristo) ile birlikte bunun (Logos) “Mantık”a (Logic) dönüştüğünü ileri sürer: “Mantığın gelişimi ne zaman başlamıştır? Grek felsefesi sona doğru yaklaştığında ve okullar, örgütlenme ve tekniğe (uzmanlık) ait bir iş haline geldiğinde başlamıştır. Var olanın varlığı ‘idealar’ (Platon) olarak tasarlanıp ve bu haliyle ‘episteme’nin objesi haline getirildiği zaman başlamıştır. Mantık, Platon ve Aristotales okullarının (Akademia-Lise) müfredatında ortaya çıkmıştır. Mantık, (gerçek) filozofların (düşünür) değil; okul öğretmenlerinin bir icadıdır” (Heidegger, a.g.e., 26). “Mantık, düşüncenin biçimsel yapısı ve kurallarının bir açıklaması olarak Varlık ve düşünme arasındaki ayrım gerçekleştikten ve hatta ‘belli bir tarzda ve belli bir yönde’ (vurgu bana ait-İG) gerçekleştirildikten sonra ortaya çıkabildi. Dolayısıyla mantığın kendisi ve onun tarihi, asla Varlık ve Düşünme arasındaki bu ayrımın özü ve kökeni üzerine yeterli ışık tutmaz. Mantığın kendisi, kökeni ve buyurgan yorum sunma iddiası bakımından bir açıklamaya (eleştiriye-İG) ve temele muhtaç durumdadır… Hegel’in bilinçli bir şekilde o zamana kadar ‘Metafizik’ diye bilinen disipline ‘Mantık’ adını vermesi, mantığın bu baskın konumu ile uyum içindedir. Onun Mantık Bilimi adlı eserinin, Mantık üzerine bilinen ders kitapları ile hiçbir ortak yanı yoktur.
Düşünme, Latincede ‘Intelligere’dir. O, Intellectus’un (zihin, müdrike, anlık) işidir. Eğer biz, intellektualismus (spekülatif-mantıki akıl yürütme) ile mücadele etmek istiyorsak, hasmımızı bilmemiz gerekir. Intellektualismus’un oluşumunun, uzun zaman alan bir gelişmenin, yani Batı metafiziğinin katkısıyla düşüncenin ele geçirdiği öncelikli konumun gücünü yitirmiş modern bir çocuğu olduğunu bilmemiz gerekir. Günümüz intellektualismus’unun, sağlıksız tümörleşmesine neşter vurmamız gerekir” (Heidegger, a.g.e., 27-28). Heidegger, bu süreci “Maneviyat”ın yanlış yorumlanması olarak niteler. Başlıca çıktıları şunlardır: 1- Ruh’un (Geist) zekâya (intelligenz) indirgenmesidir. Zekâ, mevcut şeylerin mümkün değişimlerinin ve tamamlayıcı yeni imalatlarının incelenmesi ve hesaplanması üstünde durarak düşünülmesinde sırf zekâsaldır. 2- Zekâ olarak tahrif edilmiş ruh, -bununla birlikte- ele geçirilmesi öğretilebilir ve öğrenilebilir hale gelen başka kullanımlık aletin hizmetinde bir kullanımlık aletin rolüne iner. 3- Ruh’un, bu “kullanımlık alet/araç” olarak yanlış yorumlanması başlar başlamaz, Manevi/Ruhsal vuku bulmanın güçleri (tezahürleri-İG) olan şiir, güzel sanatlar, devlet, din, bilinçli bakım ve planlamanın (zekâ) çemberine girer. 4- Bu çember içinde “Kültür”, şatafat ve ihtişam parçalarına dönüşür. Amerikan Kapitalizmi ve -aynı metafiziğe bağlı- Rus Komünizmi, bunun örnekleridir (Heidegger, Metafiziğe Giriş, Çev. Mesut Keskin, Berlin, 2011, s. 56 vd.). Heidegger’in, kendince “Akşam Diyarı”nın (Avrupa) ortasındaki “Gönderilmiş Halk” ve “Akşam Diyarının Kısmeti” olarak görmek istediği Almanlarda tezahür etmeye başladığına inandığı/sandığı “Ruh”, Nasyonal Sosyalist Partisi’nde “Faşizm” olarak tecelli etti. Şimdilerde Çin de aynı “Zekâ” çemberine girdi. Heidegger, Batı sayesinde pozitivizmin son aşaması olan ve tüm dünyanın artık “Çatısı/Çerçevesi (Ge-stell)” olan “Teknolojik (şimdilerde Dijital-İG) Düşünme”yi, “insan”lığın sonu olarak görür. Modern teknolojinin özü, yeni bir açığa çıkarma ve varlığa getirme tarzı olarak, yeni bir “metafizik”tir (Heidegger, Teknik ve Dönüş-Özdeşlik ve Ayrım, Çev. Necati Aça, Ank., 2015, s. 2021) Onun meşhur: “Bilim, düşünmez; sadece hesap eder (calculation)” ve “İnsanlığın bugün karşı karşıya olduğu en büyük tehlike, düşünemiyor olduğunu düşünememesidir” mottoları bunu ifade eder.
Mantığın “Metafizik”i kurması ile felsefe Platon, Aristo, Orta Çağ teologları, Descartes, Spinoza, Hegel’de “Onto-Teoloji”, yani “Ontoloji (Huzur Metafiziği-Ontolojik Emperyalizm)” olarak gerçekleşti. Daha sonra da Nietzsche gelerek, bu ortama sonradan tutturulan Hristiyanlığın Tanrı imgesinin “öldüğünü” ilan etti. Böylece, şükreden ahlaki bir düşünme ile bir “Ahlaklı (Rahman-Rahim)”ve kişilikli (Hayy-Kayyum) Tanrı’nın ahlaklı keşfi (iman) gerçekleşemedi. Heidegger’in, ilgi (sorge) etiği olarak “Varlık”a yönelmesi, Levinas’ın ve Derrida’nın da “onto-teoloji” şikâyetleri ve ahlaka yönelmeleri, bu durumun bir semptomudur.
İslam dünyasına gelecek olursak, Kur’an, Mekke’nin -Velit b. Muğire’de kristalleşen (74/18-25)- “hesabi (zekâ-ticaret)” düşünme ortamında “hasbi” ve “muhasibi” bir düşünme (tefekkür, taakkul, tezekkür, tafakkuh, tedebbür, taabbur, nazar, rey, basiret, dinleme…) yaratmaya çalıştı. İslam dini olan iman ve amel, itaat ve teslimiyet, böylesine tetikte ve teyakkuzda bir düşünme olan “Takva” ruhu ile oluşacaktı. Aradan fazla zaman geçmeden oluşan İslami ilimler, Kur’an’da beş duyu, mantık/nedensellik, ahlaki duygulanım ve bütüncül kavrayıştan (ilham) oluşan “Su” veya “İnci” benzeri düşünmeyi parçalayarak (H20) kendi yollarını (usul) kurdular. Daha sonra oluşan ekol ve mezhepler ise dogmatizmi, taklidi, kör-inancı, düşünmemeyi “din” haline getirdiler. “Esmau’l-Hüsnası” (örneğin: Rahman, Rahim, Hayyu’l-Kayyum…) ile bize kendini ahlak ile kayıt altına almış (Sünnetullah) Adil Allah’ı “Kadir-i mutlak, Mürid-i mutlak, Âlim-i mutlak” güç yumağı haline getirerek Mümin/Müslimleri karınca-koyun sürüsüne çevirdiler.
Türkiye’ye gelecek olursak, halkımız, Maslov’un “İhtiyaçlar Piramidi”nde hayvanlarla paylaştığımız fizyoloji, güvenlik ve aidiyet basamağında duruyor. Son iki basamak olan “saygınlık” ve “kendini gerçekleştirme” merdivenlerinden fersah fersah uzakta bulunuyor. Genellikle birbirine karşı kurnazlık, tuzak, kumpas, pusu kurma, dolap çevirme, fırsatçılık… şeklinde hayvansı “Kötü Düşünme” içinde bulunuyor.
Kur’an’ın ortaya koyduğu ve insanının gerçekleştirme kapasitesini haiz olduğu hasbi ve muhasibi düşünme -eğer istenirse- marangozluk gibi, el sanatları gibi öğretilebilir bir düşünmedir. Türkçede kullandığımız: “Çok düşünceli birisi” deyimi ince, nazik, vicdanlı, insaflı, ahlaklı anlamlarında, bu düşünmeyi öğrenmenin mümkün olduğunun kanıtıdır. Bunu, ailede ve örgün-yaygın eğitim kurumlarında gerektiği gibi öğrenmeye ve öğretmeye yeltenmediğimiz sürece, “hayvan oğlu/kızı hayvan” olarak kalacağız.
İSLAM ‘BEŞİ BİRLİK ‘: AKIL-AYET-ALLAH VE AHİRET