38,0174$% 0.08
41,6936€% -0.04
49,0646£% 0.04
3.701,67%-0,22
6.181,00%-1,60
Siyaset, Müslümanların tarihinde tâ başından beri iki “Asli Günah” ille maluldür. Bunlardan biri “Allah Yolunda” Cihat ve Fütuhat adı altında ganimet ve gasp siyaseti; ikincisi ise, peygambere atfedilen “Harp Hiledir” hadisine dayanarak siyasetin “Hile(kârlık)” olarak dinen meşrulaştırılmasıdır. Önce “Ganimet” siyasetinden başlayalım. Kur’an’ı nüzul döneminde Müslümanları yurtlarından çıkaran ve onları yok etmek isteyen (To be or not to be) müşriklere karşı yapılan savaşlar “Allah Yolunda” ve “Cihat” olarak nitelenmiş ve bu savaşlarda galibiyet halinde alınan “Ganimet”ler helal olarak görülmüştür. Bedir savaşının raporu olan “8. Enfal Suresi”, bu gerçeği ortaya koyar.
Savaşlara bazı müminler salt ganimet için; bir grubu da, Allah rızası veya Ahireti kazanmak için (Allah yolunda) katılıyordu: “Bir kısmınız dünyevi karşılık; bir kısmınız da Ahirette karşılık almak için katılıyordunuz.” (3/145). “Ortada garantili ve kazancı bol bir sefer (ğazve-savaş) olsaydı; kuşkusuz arkandan gelirlerdi; fakat, yol uzun, hava sıcak ve ölüm tehlikesini görünce: “Gücümüz olsaydı, mutlaka sizinle savaşa gelirdik” diyecekler. Oysa Allah, onların düpedüz yalan söylediğini biliyordu.” (9/43). Ayrıca, ganimetlerin dağıtılmasında peygambere yapılan itirazlar, bu çapul yapma/ganimet tutkusunun, Araplardaki gücünü gösterir (9/57-59).
Yani İslami açıdan düşmanlık ve savaş, kurucu dönemde (610-632) fiilen müşriklerin veya Yahudilerin başlattığı bir durum olmuştur. Savaşta zafer (fetih) kazanıldığı gibi; ganimet de kazanılabiliyordu. Kur’an açısından “Ganimet”, savaşın bir yan ürünüdür; asıl değil, asıl olan Müslümanların korunması ve İslam’ın tebliğ edilmesiydi. Oysa birçok sahabe için o, gerçek amaç/gaye/hedefti. Örneğin Bedirde: “Siz, -sadece- kervanı vumak istiyordunuz; oysa Allah, hakikatın tezahürünü ve kafirlerin kökünün kesilmesini istiyordu.”(8/7)
Hz. Ömer ile başlayan “Fütuhat” döneminde giderek ganimet, “yan ürün” olmaktan çıkıp; asıl amaç-gaye, hedef haline geldi. Bunun sebebi, Arapların şiddete teşne tabiatları ve çapulcu tıynetleridir. Allah, peygamberi Araplara tebliğci ve örnek olmasını; Arapların da ”diğer insanlar için tebliğci ve örnek olmasını istiyordu (3/110, 2/143). Araplar, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra, ilmî tebliğ heyetleri oluşturup etrafa gönderecekleri yerde; kılıçlarını çekip birbirini boğazlamaya (Cemel, Sıffın, Harre, Kerbela…) ve etrafa saldırmak için ordular oluşturmaya başladılar: Kalem yerine, kılıç; tebliğ yerine, işgal. Oysa Hz. İsa’nın “Havari”leri, onun ölümünden sonra pagan Roma imparatorluğunun yüz yıllar süren baskı, işkence, katliam ve zulümlerine rağmen; yılmadan ve de silaha/şiddete başvurmadan dinlerini etrafa yayarak, tebliğ ederek, Roma’nın Hristiyanlaşmasını başarmışlardır. Müslümanlar ise şöyle davranıyorlardı: Ordu teçhiz edip ülke sınırlarına/kapılarına dayanıp: 1- “Müslüman ol” teklifi yapıyor, karşı taraf: “Olmuyorum” deyince; 2- “O halde, boyun eğ ve vergi/haraç öde” teklifi yapılıyordu.
Bu da reddedilince; 3- “O halde, savaş/kılıç” deniliyor ve karşı taraf yenilince; 4- karıları-kızları cariye, erkekleri köle ve malları ise ganimet oluyordu. “Fi sebilillah”, “Cihat” ve “Fütühat” kavramları ile İslam, istismar ediliyordu(semere, ürün, zenginlik, mal-mülk, cariye-köle…). Yahudi ve Hristiyan din adamları olan Ahbar ve Ruhbanlar da, daha önceden, Arapların yaptığına benzer şekilde, dini kullanarak insanların mallarını-mülklerini yiyorlardı (9/34): “Din sömürüsü”.
Böylece Müslümanların kurmuş oldukları devletlerde Hazinenin birinci gelir kaynağı “Ganimet” oluyordu: Yani durduk yerde ümüğü sıkılarak, çökülen, gasp edilen, gayri müslimlerden alınan mal: “Ganimet Ekonomisi”. İşgal edilen ülkenin halkı, Müslüman olunca, “vergi/haraç” gelirleri düştüğü için, Emevi valilerinin, halkın Müslüman olmasını istemediği, etek/sünnet kontrolleri yapıldığı dillere destandır.
“Hay’dan gelen Hu’ya gider” sözünün (Hay ve Hu’nun Allah’ın sıfat ve zamiri olduğuna dikkat!) politik iktisadi anlamı şudur: Ganimetten/elden gelen zenginlikler (Hazine) politik erk tarafından avanesine, yakınlarına, kendine payanda olanlara Ulufe, Arpalık ve Vakıf… adları altında peşkeş çekilir. Çünkü bu zenginlikler, “Hiç kimsenin=Allahlıktır.” Çünkü, “Devlet” in kendinde taşahhus ettiği Sultan-Halife, modern Ulus Devlette ve Burjuva demokrasilerinde olduğu gibi, Halkın/herkesin/kamunun temsilcisi değil; Allah’ın ve Peygamberinin “Hilafeti ve Halifesi”dir. Abbasiler döneminde de, her biri, Allah’ın bir şeysiydi (zıllullah, kaim biemrillah, muiz lidinillah, adudullah…). Müslüman toplumlarda Devlet erkinin yani siyasi ve bürokratik heyetin, hazine arazilerini ve malını-mülkünü gasp etmesi, har vurup harman savurması, işte buradan geliyor.
İkinci “Asli günah”, peygamberimizin gerçek savaş hakkında söylediği “Harp, hiledir” sözünü –ki bugünkü karşılığı: “strateji” ve “taktik” demektir-, alıp siyasete uygulanması, yani siyasetin, sünnî paradigma tarafından sürekli “savaş” olarak algılanması ve icra edilmesidir. Şiîlik, bilindiği gibi, erken dönemlerinde sürekli muhalefette olduğu/kaldığı için, siyaseti “Takiyye” olarak teolojileştirdiler ve öyle yaptılar. Ancak, Sünnilik, siyaseti, ta başından beri iktidarda, iç-savaşta hile olarak icra ettiler.
Arapların sahip olmakla övündükleri dört “Dâhi” lerinin (Duhat’l-Arab) tamamı, siyasette yani kabile savaşlarında “kurt-tilki-çakal” niteliklerine sahip olmalardır. Hatta Sünnilik, “hile” ve “savaş” olarak siyasete “ilim” payesi vermiştir (“İlm-i siyaset”). Dolayısıyla siyasette kurnazlık, pusu kurma, kumpas, kandırma, ikiyüzlülük, sözünde durmama, dek-dubara-dolap çevirmenin hepsi, peygamberimizin hadisine dayandırılarak – daha doğrusu, hadis çarpıtılarak- meşrulaştırılmaktadır.
Savaşın/düşmanlığın sebebi, Kur’an’da olduğu gibi zulüm (2/193) ve işkenceye(fitne-2/191)karşı savunma-korunma çabası (Cihat-Fetih) olmaktan uzaklaştırılmıştır. Ulema, savaşın ve düşmanlığın sebebini “küfür” veya “şirk” olarak yeniden vazedip; dünyayı “Daru’l-İslam” ve “Daru’l-Harp” olmak üzere “sürekli savaş-düşmanlık durumu” olmak üzere ikiye bölmüştür. Hanefi fıkhı da, -bilindiği gibi- Daru’l-Harpte her türlü naneyi yemeyi mübah/meşru görmüştür. Oysa Allah, müşriklerden/Mekke’den kaçıp müminlere/Medine’ye sığınan mümin kadınların, müşriklerden aldıkları mihirlerini, geri iade etmelerini istemişti (60/10).
Hasılı, tarih boyunca Müslüman hakanlar, beyler, padişahlar, sultanlar, halifeler…, kendilerini genellikle “Saldıray” pozisyonunda görmüşlerdir. “O devirlerde dünyanın raconu öyleydi; herkes öyleydi” denerek bir savunma yapılacaksa; o zaman, Allah’ın farklı ve doğru bir görüşü yok muydu? diye sorabiliriz.
Yukarda değindiğimiz gibi, Kur’an’da böyle bir altarnatif yol vardı. Benim Araplara karşı özel/sübjektif bir gıcıklığım yoktur. İrite olduğum şey, Yahudilerin nadanlığına benzer şekilde, kendilerine yükleneni “tebliğ “görevini üstlenme yerine; genellikle ganimeti, ekonomi; hileyi, siyaset olarak içselleştirip, ellerine kılıç alarak sağa-sola sallamalarıdır.
2-TÜRKİYE GERÇEĞİ
Osmanlı imparatorluğunun yıkılması ile İttihat ve Terakki partisinde toplanan Türkçü ve Batıcı elitler, İstiklal savaşından sonra bir “Devrim” yaparak eski rejimi (Hilafet-Şeriat-Tarikat) ilga edip, yerine “Tanzimat” ve Meşrutiyet” geçmişi olan modern bir ulus devlet kurdu.
Devrimin, “dinsel” olduğu(Hilafet-Şeriat-Tarikat) iddia edilen bir rejimi yıkması, muhafazakâr-mütedeyyinlere, devrimciler ile aralarındaki sınırı yani “Biz” ve “Onlar” veya “Dost” ve “Düşman” sınırını “din” yani iman ve küfür veya hak-batıl üzerinden çekme ihtimali verdi. Oysa devrimciler de Anadolu’yu gayri Müslimlerden boşaltarak %99 Müslüman olan ahali üzerine bir Müslüman-Türk (Hanefi-Maturidi) devleti kurmuşlardı. TBMM, 1921’de M.Kemal’e -kendi isteği üzerine-“Gazi” lik ünvanı(Osman Gazi- Orhan Gazi) vermiştir.
Devrimin önderi başta olmak üzere diğer ileri gelenlerinden aleni olarak “Müslüman” olmadığını söyleyen kimse de yoktu. Onlar da, din mevzusunda sohbet açıldığında, rahatça: “Benim dedem de hacıydı”, “Annem-nenem başı örtülü idi”… diye sohbeti sürdürürlerdi.
Prof. Dr. İlber Ortaylı hocanın bir tv programında anlattığına göre, ünlü Müslüman alim Fazlurrahman, ABD’de bir konferansta Türklerin, devrim ile İslamiyet’i terk ettikleri şeklindeki Filistinli bir Arab’ın iddiasına karşılık olarak: “Türklerin yaptığı “devrim”, fıkıh alanında kendilerinin yaptığı serbest bir içtihattır ve meşrudur; ayrıca Türkler, hala “Seyfullah” olmayı da sürdürüyorlar demiştir. Bu yargı, bence de doğrudur. İçtihat hatası ile taammüden irtidat ayrı şeylerdir.
Sünnilik, erken dönem sahabe arasındaki iç-savaşlarını “içtihat hatası” olarak yorumlamıştır; kimseyi “tekfir” etmemiştir. Türk Devriminin içtihat hataları mevcuttur. Geç kalmış olsak da, onlar, zamanla düzeltilir. Yeter ki muhafazakâr/mütedeyyinler, dipte içgüdü ve istiğna yatan “Daru’l-Harp Fıkhı” maskaralıklarına girişmesinler.
Devrimin ikinci adımı olan “Demokrasi”de (birinci adım Cumhuriyetti) ülke sınırları içinde yaşayan insanlar, “vatandaş” lar olarak Anayasada eşittirler. Devlet bütçesi de, büyük bölümü vergilerden müteşekkil olarak herkesin hakkıdır. Din dili ile söyleyecek olursak “Kul Hakkı”dır; “Tüyü bitmemiş yetimin hakkıdır.” Siyasi erk, -kim olursa olsun- kamudan aldığı yetki ile bütçeyi hakkaniyetle-hukukla yönetir; keyfine göre yakınlarına/yandaşlarına, partililerine, kendi mezhebinde-meşrebinde olanlara peşkeş çekemez. Bu, yasaktır veya haramdır.
Devlet, sosyal yardımı vatandaşlarına tüzel kişiliği adına hakkaniyetle yapabilir; sultan, hakan, lider, karizma… kendi adına “lütuf” olarak, karşılığında o(na)ylarını satın almak üzere dağıtamaz. Demokraside siyaset, kişi kültünün (lider-karizma) insafına (merhamet-zulüm) ve idrakine (zekâ-hamakat) bırakılmaz. Kurum, kural, hukuk, ortak akıl, oydaşma/şura sigortaları asıldır.
Siyaset yapmak, Demokratik rejimlerde bir tür hizmet yarışıdır. Din dili ile söyleyecek olursak: “Halka hizmet, Hakka hizmettir.” Sahtekârlık yapmaya, yalan söylemeye, seçmenleri veya muhalefeti düşman yerine koyup “Hile” yapmaya gerek yoktur. Her şeyi kamu önünde aleni olarak tartışmak, “Açık Toplum” olarak demokrasinin erdemidir. İçerde siyaseti, savaş mantığı ile “Hile” olarak yapmak, tek kelime ile ahlaksızlıktır.
3-SONUÇ
1950 sonrasında merkez sağ olarak Menderes, Demirel, Erbakan, siyaseti demokrasi kurallarına göre yapmaya çalıştılar. Oysa Fetullah Gülen (The Cemaat) ve “İslamcılık”, Demokrasiyi alet/araç; ekonomiyi “ganimet”; hukuku sopa; siyaseti de “Hile/Savaş” mantığı ile yapıyorlar. Soru çalma ve mülakat, ganimet ve hile genetiğine dayanır. Türk-Tasavvuf İslamcılığı, Mehmet Âkif’te olduğu gibi, Ayet(Allah)-Hadis-Sünnet(Peygamber), Teoloji-Tartışma(Hikmet-İlim, Örf-Maruf) üzerine değil; N. Fazıl’da olduğu gibi İrfan-Batın, şeyh-şatahat, Veli-İbn Arabi, türbe- torba, tekke-çorba, vakıf-konma, ellem-kullem üzerine kurulmuştur. O, -muhaliflerini kasederek- şöyle demişti:” Ey düşmanım! Sen, benim ifadem ve hızımsın; gündüz, geceye muhtaç; bana da sen lazımsın.” M.Akif’in yazmış olduğu “Safahat” ve “İstiklal Marşı” ise, “Hakka tapan” Anadolu halkının bütünü tarafından coşkuyla hâlâ okumaya devam ediyor.
TÜRKİYE AVRUPA’NIN RADARINDA!