35,2068$% 0.3
36,7672€% 0.92
44,3202£% 0.7
2.968,33%1,32
4.853,00%0,96
Dürüst olmak gerekirse, Türkiye’de yaşayan halkımızın/hepimizin vicdanının hayli zayıf olduğunu itiraf etmemiz gerekir. Bunun çeşitli sebepleri vardır. Birkaç tanesini sayalım:
Devlet veya Yönetim olgusu, bizim tarihimizde –ve günümüzde dahi- genellikle kural ve hukuka dayalı “kurumsal” değil; kişi kültüne(sultan, paşa, hükümdâr, hâkan, kağan, kâid, komutan, karizma, lider, başbuğ…) ve onun mutlak egemenliğine dayanır. Buna bağlı olarak siyasal bürokrasi, “ganimet” ile elde edilen ekonomiyi(hazineyi) mutlak olarak kontrol eder. Bu anlamda bunlar, “Devletlû” durlar. Zengin olmanın veya sosyal piramitte yukarılara tırmanmanın yolu “Yanaşma”düzenidir.(Geniş bilgi için bkz: Sabri F.Ülgener, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası. İst.1981. s176-192). Şimdilerde buna “Yandaş” diyorlar. Ganimetçi ekonominin vatandaşı, doğal olarak “kap-kaç”çı olur; emek-alın teri, üretim, risk, ticaret, icat çıkarma…ya fazla itibar olunmaz. Böyle bir düzende “Rüşvet” kaçınılmazdır. Fuzuli’nin: “Selam verdim; rüşvet değil deyü, almadılar” sözü; “ Şık şık eden nalçadır; işi bitiren akçedir.” ve “Varsa pulun(paran), olurum kulun; yoksa pulun, kapıdır yolun” öz-deyişleri, bu durumu ifade eder. Hazinenin büyük bölümü savaş ekonomisine(ganimet) ve halktan toplanan ağır vergilere dayanır: “Şalvarı şaltak Osmanlı/Eyeri kaltak Osmanlı/Ekende yok, biçende yok/ Yemede ortak Osmanlı”. Yönetici ve bürokrat, hazine harcamalarında “Herkesin/Kamu’nun Malı”nı değil; “Hiç-kimsenin(Allahlık)” olan malı-mülkü, istediğine “Arpalık” olarak “peşkeş” çekebilir. Bu hal, doğal olarak ahaliye de sirayet eder: “Devlet malı deniz, yemeyen domuz.”
Mezhep ve Tarikat dindarlığı, vicdana ihtiyaç duymaz: “İslam’ın şartı beştir: Namaz, Oruç, Hac, Zekât ve Kelime-i şehadet”. İmanın şartı da altıdır(Amentü). “Helal, belli; Haram, belli.” “Farz, belli; Sünnet, belli.” İlmihal Dindarlığı” nın, bireysel/kişisel vicdana ihtiyacı yoktur. Örneğin, bu durumu, Hollandalı Şarkiyatçı R. Dozy şöyle gözlemlemiş: “Türkler, gayet güzel namaz kılan bir kavimdir. Fakat onların ibadetlerinde kelimenin yüce anlamıyla çok din aranmamalıdır. Türklerde namaz günlük vazifelerdendir. Kendiliğinden anlaşılır ki bu vazife, elbise giymek, işini yapmak, yemek yemek ve uyumak gibi yerine getirilir. Eskiden beri alışılmış bir adet takip edilir. Ne halde bulunulursa bulunsun ve hal ne kadar elverişsiz olursa olsun; namaz, kılınır. Bir şahıs az nazik bir hikâye anlatır. O sırada müezzin, ezan okumaya başlar. Hikâye anlatan hikâyeyi keser, namazını kılar, sonra hikâyesine kaldığı yerden devam eder. Bir tacir yalan söyler, aldatır, sonra namaz kılar sonra yalan söylemeye ve insanları kandırmaya devam eder. Bir paşa, vahşice bazı zulümler veya cinayet için emirler vermekle meşguldür; ezan okunduğunu işitir, gayet huzurla seccadesini yayar, sakalını sıvazlar, rahat olduğu kadar muhteşem bir sima ile namazına başlar. Namaz kılındıktan sonra zalimane talimatını vermeye devam eder. Çünkü namazı ile vicdanının hiçbir alakası yoktur ve hiç kimse bunda hayret edilecek bir şey görmez; hiç kimse, bundan arlanmaz; herkes, kılınması gereken zamanlarda namazını kılar ve bununla her şey olmuş bitmiş olur…” (Aktaran: Filibeli Ahmet Hilmi, Tarih-i İslam, s. 535). Narin’in cesedini nehre gömdüğünü söyleyen yakını, sonra gidip namazını kıldığını itiraf etmesi ile ne kadar benzer.
. Bunların dışındaki mevzularda doğal olarak halk, “Hile-i şeriyye” ve “Kitabına uydurma” olarak vicdansızlık yapar. Tarikatlarda durum aynıdır. Şeyhe bağlılık, kişisel vicdanı devre-dışı bırakır. Mürit, kendini “İnsan-ı Kâmil” olarak görür. Eskiden olduğu gibi:
“Zühd” ve “Riyazat” a ,(“Bir lokma, bir hırka”) gerek yoktur. “Vakıf” maskesi ile Kamudan/Hazineden, yani 85 milyon insanın hakkından mal-mülk-menfaat yürüterek, müritlerin ortak olduğu “Holding” kurmak ve “İhale” almak esastır.
Hz. Muhammed’in: “Fakirlik, küfre en yakın durumdur”(“Hadislerle İslam”. N5487(Diyanet); Nesei, istiaze,29 ) hadisi ve “Aç it, fırın yıkar”, “Kedi, ulaşamadığı ciğere “pis” dermiş” özdeyişleri, yoksulluk durumu ile vicdan arasındaki ilişkiyi ortaya koyar. Anadolu coğrafyasının büyük bir bölümü, “Kuş uçmaz, kervan geçmez” olarak bozkır ve yoksuldur. Haz ve hızın arttığı, insan ihtiyaçlarına tekâbül eden emtiaların haddinden fazla üretildiği ve reklamlarla arzuların şelale haline getirildiği bir ortamda, bunlara ulaşamayan insanlardan çalmamalarını ve yoksulluk hallerine sabretmelerini isteyemezsiniz. Hele, yöneticilerinin ve zenginlerin, kamudan çaldıklarını gören halk yığınlarından vicdanlı olmalarını, “Tüyü bitmemiş yetimin de hakkı” olduğu kamu malına el sürmemelerini bekleyemezsiniz.
“Düşünceli biri” olmak ile Türkçede “Ahlaklı olmak” kast edilir. Demek ki, düşünüce, vicdan çalışıyor. Eğitim yolu ile gerek ailede gerekse okullarda çocuklara ahlak kuralları ve adab-ı muaşeret kuralları benimsetilmiyorsa, insanlardan ahlaklı olmalarını beklemek, abestir. Avrupa’da Kreşten başlamak üzere vatandaşlık eğitimini(örneğin. Kaldırımda vitrine hangi mesafeden durarak bakması gerektiğini) veriyorlar. Türkiye’de “Eğitim”, ezbere dayanır; düşünmeye değil. Eğitim, insan yavrusuna “insan” olma kapasitesini açığa çıkarma kabiliyetini kazandırmaktır; bilgi yüklemek değil. İnsan olmanın temeli de, içgüdüler ve gelenek değil; vicdan kapasitesini, ahlaki tartma yeteneğini, sorumluluk bilincini kazandırmaktır. Yoksa, hiç kimse, hiç kimseye hiçbir şey öğretemez. İnsanlara, ancak hangi bilgileri niçin öğrenmesi gerektiği ve bunu nerelerden öğrenmesi gerektiği öğretilebilir. Zorla/ezberle öğrettikleriniz, bir kulaktan girer; diğer kulaktan çıkar(“Koyma akıl, akıl olmaz”, “Sokma akıl, sekiz adım gider”). Burada “Meslek Eğitimi/Becerisi” nden bahsetmiyorum. Medeni insan/vatandaş olmaktan bahsediyorum.
Diğer taraftan, memleketimiz, haddini bilmeyen, bilmediğini bilmeyen(cehl-i mürekkeb); bildiğini sanan cahil insanlarla dolu. Akşamları televizyonlardaki “tartışma” programlarına bakmak, bunu anlamak için yeterlidir. Uzmanlığa, ehliyete, bilime, liyakate, bilgiye, hiyerarşiye, alanında otoriteye hiç kimsenin saygısı yok. Herkes, her şeyi, en iyi şekilde bildiğini sanıyor. Kimse “Bilmiyorum” diyemiyor. “Bilmiyorum” demekten utanıyor. Oysa vicdan özgür bir ortamda münazara, müzakere, münakaşa, mücadele, mübahese, tart(ış)ma ile daha kolay ortaya çıkar.
Avrupa’nın iç barışını kurması ve kimsenin “Kul/Kamu Hakkı yiyememesi”, vicdandan değil; denetleme ve yaptırımdan/cezalandırmadan kaynaklanır. Bunun temeli de, menfaatin altın kuralı olan “Ayağıma basma, ayağına basmayayım” veya “Sana yapılmasını istemediğin şeyi, başkasına yapma” ilkelerini “Hukuk”un temeli olarak yerleştirip; bunu ihlal edenleri, cezalandırmalarıdır. Uzun erimli kamu menfaatini, kısa erimli kişisel veya zümresel menfaate tercih etmek(hukyk/adalet), bir erdemdir. Hiç olmazsa Avrupa, kendi evi içinde bunu başardı. İslam dünyasında bu da yok. Bu durum, giderek “karakter” haline gelmiştir. Bizde böyle bir şey de yok. Yazılı “hukuk” var; fakat, denetim ve yaptırım yok. Herkes, yasanın/kanunun/kuralın ya etrafını dolanıyor veya “kılıf” uyduruyor: “Hile-i şeriyye” ve “Kitabına uydurma”: Geldik mi yine vicdansızlığa?
Allah’ın Kur’an’da öğretmeye çalıştığı gibi (tefekkür, taakkul, tafakkuh, tezekkür, tedebbür, tabbur, temmül…) düşünmeyi öğrenmek yani vicdanı çalıştırmaktan başka çıkar yol yoktur. Dinin, dindarlığın temeli, bu olduğu gibi; dinsizler de, ahlaklı olmak istiyorlarsa; aynı şeyi yapmak zorundalar. Vicdanını kandırmak yani konforu, taklidi, geleneği, tarihi kutsamak marifet değildir. “İşleyen demir, ışıldar.” “İşleyen demir, pas tutmaz.” deyimleri, vidan için de geçerlidir. Arzunun, içgüdünün, vurdum-duymazlığın, istiğnanın, tekebbürün aksine; vicdan, daima sızlar, kanar, acır, ağlar, isyan eder… İnsan olmak veya insan kalmak istiyorsak, yol budur. Gerisi, dik yürüyen hayvanlar olmak, hatta onlardan da alçak olmaktır(7/179,25/44).
PROF DR İLHAMİ GÜLER: NARİN’İN YANİ VİCDANIN ÖLDÜRÜLMESİ!