DOLAR

32,2077$% -0.04

EURO

34,8673% -0.39

STERLİN

40,3354£% -0.22

GRAM ALTIN

2.448,11%0,17

ÇEYREK ALTIN

4.012,00%1,02

BİTCOİN

฿%

Malatya HAFİF YAĞMUR
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
YASİN ÖVÜT

YASİN ÖVÜT

29 Mart 2024 Cuma

İFTAR’A UNUTTUKLARIMIZ!

İFTAR’A UNUTTUKLARIMIZ!
0

BEĞENDİM

ABONE OL

İFTAR’A UNUTTUKLARIMIZ!

Bu sene de böyle geçiyor, böyle gidiyor iki gözümün çiçeği

Bu sene de siyasetçilerin sofrasına dönüyor iftar sofraları.

Her senenin acı bir tadı kalmak zorunda mı mübarek ayda, bilemedim.

Oruç tutmayanın, karnı tokun, çenesi düşüğün, gıybetle beslenenin iftar sofrasına çağrıldığı; oruç tutanın, aç olanın, yolda kalanın, garibin, mültecinin, evsiz düşenin sofranın kenarında bile yer bulamadığı acıklı bir Ramazan bu Ramazan. Allah rızası için kalpleri yumuşatmak için böyle icap etmiştir, demeyin de o iki kaşıklık çorbayı da boğazımıza durdurmayın!

Bin dört yüz kırk dört yıldır savm ile geçiyor seneler. Bin küsur senedir de Anadolu’nun olduğu coğrafyada tutuluyor oruç. Bazen öyle tutuluyor ki, oruç’un dili, eli, kolu, ayakları bağlanıyor; oruç kıpırdayamıyor. Oysa insanın tüm hayvani melekeleri bağlanacak zannetmiştik onca zaman. Ki on asırdır bu coğrafyada biliniyor oruç nedir, oruca nasıl hürmet edilir… Geçtik Müslüman’a hürmet edilmesinden, oruç diye bir güzellik var ki tutana da tutmayana da; Müslüman’a da gâvura da hayrı var.

Her neyse, bunları zaten oruca tutulan da tutulmayan da biliyor. Benim içime düşen ise iftar sofralarına davet edilmeyenler.

Yolda kalanlar, gurbette olanlar, bir devlet yurdunda kalanlar hatta özel yurtta kalanlar, yalnız oruç açanlar, yolcular, yurdundan kovulanlar, evi yıkılanlar, muhacirler, mülteciler, savaşta evinden olanlar, eşinden ayrılanlar, işinden ayrılanlar, aşı olmayanlar… Biliniyor artık bu saydıklarımın kolay kolay iftar sofrasına davet edilmediği. İftar sofrasına dahi yarın bir gün işinize yarayacak olanlar davet ediliyor. Yani tam burada, oruç ağızla, yuh olsun, diyesim var. Yazıklar olsun, desem neye yarar. Zira sizin davet etmediğiniz sofralar değil; oruç doyurur kenarda kalanı, unutulanı, görülmeyeni.

Bu arada, o sofralarınız davet ettiğiniz politikacıları, cemaat mensuplarını, hemşericilik kadrosundan davet ettiklerinizi, ortaklıklarınız için çağırdıklarınızı inanın o doyurmaz! Çünkü o sofra bir kere iftar sofrasıdır. Karnı delik olanlara hayrı olmaz. Mümkünse karnının yerini unutanlara dokunur hayrı.

Sofralarınıza mümkünse üstü başı çamurluları, teni kokanları, elleri yaralanmışları, çalışmaktan bitap düşmüş olanları davet edin. Mümkünse seccadeler üzerinde dua edenleri çağırın. Sizin alnınızı koyduğunuz yere ayakkabıyla basanları davet ettiğinizde inanın ne dine bir gram siz katıyorsunuz; ne de dinden bir gram eksiliyor. Olan, Ramazan adlı dosta oluyor.

Sudan’da muhteşem bir âdet vardır: Ramazan ayında, iftara doğru, insanlar yollara çıkarlar ve arabaların önlerine atarlar kendilerini. O arabadaki yolcuları alıp evlerine götürmek için yarış yaparlar. Sofrada bir çorba, bir avuç pilav, az salata, varsa biraz et ya da nohut. Tatlı yerine de iki hurma bir bardak şerbet. Ben bunu derken ağlayasım geliyor. Zira iki avuç dolusu su ile bir güzel abdest alan insanların ülkesinde oruç, tutar insanı. Oysa suyu müsrifçe harcayan, sofrasına Halil İbrahim Sofrası deyip güya herkesi davet edenler, her nedense orucun, Ramazan’ın gördüğü insanları görüp davet etmezler. Hatta mümkünse oruçla hiç alakası olmayanları iftara değil iftar yemeğine ya da akşam yemeğine davet ederler.

Siz, iftara iftira gibi bakanları ve dünyaya doymak için saldıranları, hiç doymayanları davet ettikçe Ramazan adlı o mucizevi dostumuzun üzerinde yaralar açılıyor. Elbisesi dört bir taraftan yırtılıyor. Kişi başı ödediğiniz ücret bir öğrencinin aylık burs parası iken; kimi davet ediyorsunuz sofranıza? Sahi, sofranızı haramdan mı derlediniz ki haramileri çağırmaktan beri durmuyorsunuz, diyesim geldi, dedim.

Aslında kimi davet ederseniz davet edin sofranıza. Öyle ya her kul nasibini yermiş bu dünya sofrasından. Asıl mesele davet etmedikleriniz… Etmediklerimiz.

İftar sofranıza kimi davet etmiyorsunuz, bir bakın isterseniz! Orucu yüzüne vurmuş, duası gözlerinden akan, fakir ama oruçla dünyanın en zengini denli kanaatle yürüyen birini görürseniz ki milyonlarcası var sokaklarda…

Kimi iftara davet etmedik diye üzdük Ramazan’ı?

Kimin yerine oturduk da dışarıda bir garip kaldı diye Ramazan bizi çabucak terk etmek için acele ediyor?

Ramazan’ın da izzet-i nefsi var; tutup bir akşam yemeği, gece yemeği gibi görülürse iftar ile sahur; elbet kaça kaça gider Ramazan çöle kesmiş iftar sofralarımızdan; biz ise hâlâ o sofraları cennet sofrası zannededuralım… Ve asıl iftar sofralarına o sofraları donatanlar çağrılmaz! Yiyin efendiler, yiyin; belki orucunu tutmak da nasip olur.

Devamını Oku

BİR İTİRAFÇININ KALEMİNDEN 2

BİR İTİRAFÇININ KALEMİNDEN 2
2

BEĞENDİM

ABONE OL

Medine Bircan adını duydun mu? 2002 Haziran’ında yaşanıdı hadise. Çapa Tıp’ta. Yaşlı kadını oğlu sedyeyle getirdi hastaneye, konuşma yetisi zayıflamıştı ve sondalıydı, 28 saattir şuurunu kaybetmişti ama hastane başörtüsüz fotoğraf istiyordu. Kadıncağız kemoterapi gördüğünden zaten saçları dökülmüştü ama hastane illa saçı açık bir resim istiyordu. Oğlu gidip fotoşopla başörtünün üstüne saç ektirdi de işlemler başladı. Ama ihtiyar kadının ömrü, insanlık için küçük, laikler için o büyük adımı görmeye vefa etmedi, o gün vefat etti. Senin okuma hakkın elinden alındı, Medine Bircan’ın hayat hakkı elinden alındı hazretin.

Hadi diyelim ki 2002 28 Şubat’a çok uzak değil, 2009’da yaşandı aynısı. Hem de gene o okul da. Çapa Tıp, Aynur Tezcan adlı hastayı başörtüsünden ötürü 7 saat koridorda bekletti, sonrasında yapılan yanlış müdahaleyle de bitkisel hayata soktu. Aynur Tezcan… Adını bilene de anana da aşk olsun. Gitti babasının kesesinden. Devletin umurunda mı? Aynur Tezcan, birkaç tane asker doğursun da koridorda göz göre göre ölmesinde bir mahzur yoktur.

Hastane hocalarından birinin, Baria Öztaş’ın şu sözlerini hatırlıyor musun? “Bir uçurumun kenarında olsam, bana bir başörtülü elini uzatsa, ölmeyi tercih ederim!..” Valla uçurumun kenarında olsam, böyle bir profesör bana elini uzatsa, onun elinden tutup aşağı çekerim… Bu nasıl bir dildir, zihindir? Müstemlekeci bile işgal ettiği kavim hakkında bu tür ifadeler kullanmaktan utanır.

Bunlar kişisel görüşün çok ötesinde laboratuarlarda üretilmiş, servis edilmiş ibareler. İç savaş şartlarını kalıcılaştırmak için.

Kadınları burkadan kurtarmak iddiasıyla Afganistan’ı işgal eden Amerika bile bunlardan daha ölçülü bir dil kullanıyordu, ne dir bu azgınlık. Bakış açısı ayını ama Kendileri aydınlanmış ve ilerici, halk ise kara cahil ve gerici. Ikna odalarının arkasında ki mantalite de bu. Orada beni en çok şaşırtan şey, birtakım sözüm ona sivil yapıların bu resmi prosedürdeki etkin varlığı Atatürkçü Düşünce Derneği’nin ikna odalarının bahçesinde bir sokak gücü gibi tutulması niye kimseye rahatsız edici gözükmedi. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin öğrenci kayıt işlemlerinde bulunmasının yasal zemini neydi? Dernek başkanı Türkan Saylan o odalarda hangi sıfatla bulunabildi? Nur Serter hadi rektör yardımcısı, o kim oluyor?

Devlet misiniz siz? Devlet devlet olsa sizin orada ne işiniz var? Adamlar (pardon kadınlar) mülkün sahibi gibi davranıyorlar Burası bizim arkadaş, burada bizim dediğimiz olur, açın diyorsak açacaksınız. Kızların en azılı düşmanlarının kadınlar olması, en gözü dönmüş davrananların onlar olması da ayrıca dikkate şayan.

Bunca hayhuydan sonra, köprülerin altından bunca su akmış, bunca gözyaşı dökülmüşken bile bu ekiplerden bir tek kişi olsun çıkıp da özeleştiri yapmadı; yav arkadaş, ilericilik diye diye çok ileri gitmişiz, üstümüze vazife olmayan işlere kalkmışız demedi. Bu nasıl bir imandır, nasıl bir sadakattir, bravo valla. Türkiye’de davalarına en sadık kimseler Kemalistlerdir, Donmuş bir zamanda, donmuş bir beyin ve kalple dünyaya bakabilme hasleti en çok onlarda temayüz etmiştir.

Nur Serter, kayıtlar bittikten sonra “Ikna odalarına alınan öğrencilerin %85 ini ikna ettik” demişti. Bence oran doğruydu ama kendilerinin ikna ettiği hususunda yanılıyordu. Çünkü oraya girenlerin çoğu zaten açılmaya kani olmuştu. Çoğu ilk kez kayıt yaptırıyordu, kaydım bulunursa belki bir gün geri dönme hakkım teslim edilir diyerek gelmişlerdi. Aksi hålde kayıt yaptıramayacakları için gelecekte hiçbir hak iddiasında bulunamayacaklardı. Öyle de oldu nitekim… Bir de kızların çoğuna devlet değil cemaatler başlarını açtırdı. Başta Fethullah Gülen olmak üzere şeyh efendiler, abiler, ablalar…

Kim bu işleri çekip çevirdi, çelik çekirdek kimdi, tam olarak hiç bilemeyeceğiz. Devlet dediğimiz şey nerede oturur, ikametgah adresi tam olarak neresidir, bilemeyiz biz. Ne tür bir odada otururlar, ne yer ne içerler; sevinince kime, kızınca neye benzerler, bilme şansımız olmayacak. En önemlisi şu: Şimdi ne yapıyorlar? Yarınımızı kuşatmak için neler tertipliyorlar kim bilir?.. Onların da işi zor tabi. Devlet yönetmek kolay mı?

Ama bizimle bu kadar uğraşmalarına gerek yoktu hani, acıyorum emeklerine bazen inan olsun. Fazla ciddiye aldılar İslamcıları gereksiz yere. 28 Şubat yıkım getirdi ama darbenin şiddetinden değil, bizimkilerin zayıflığından. Bizim zayıflığımızdan. “Eski bizim” daha doğrusu benim açımdan. Devlet 28 Şubat’ta yumruğunu kaldırdı, İslamcısı, muhafazakârı, dindarı komple sindi. Aman bana vurmasın da kimin canını alırsa alsın diye gözlerini de kapadılar. Devlet baktı baktı, yumruğunu indirece ği etli butlu bir hedef bulamayınca en görünen, en saklanamaz konumda olan gariban kızların başına indirdi tokadını. Kabak kızların başında patladı yani, dinciler, dindarlar bundan o kadar da rahatsız olmadılar. Kendileri masun kaldılar çünkü; ucundan kıyısından zarar gördülerse de buna şükrettiler.

Biz dilsiz, kültürsüz bir topluluğuz hazretim.  Solcular, bak 12 Eylül’ü nasıl edebiyatlarıyla, filmleriyle herkese bellettiler; bizim 28 Şubat’ı anlatan doğru düzgün bir tek eserimiz yoktur. Börtü böcek anlatıyor İslamcı sözüm ona edipler. Anlatamıyor sosyal yarayı. Çünkü yarasız olan kendisi. Yaralı olansa dilsiz.

Anlatmayı deneyen birkaç kadın edebiyatçı ise feministlere göz kırparak acayip bir erkek düşmanlığı yaptı. Adeta Müslüman erkekleri kızların mağduriyetinin baş mümessili ilan etti. Kızları onlara karşı kışkırttı, şüpheci ve güvensiz bir halet-i ruhiyeye soktu. O dönem yapılan evliliklerin başarısızlığında bu tür söylemlerin de etkisi fazlaydı. Güya edebiyat yaptılar, karıyla kocayı birbirine düşürdüler.

Kızlar bu cendereden çıkış aradılar elbette. Ülkeden çıkmak dâhil. Bir arkadaşın hanımı vardı, ondan dinledim, okuldan atılınca cemaatlerinin abisinin yanına gitmişler, “Bir yol bulalım, yurt dışına çıkalım…” demişler. Adam ideolojik bir vaaz vermiş, “Bura sizin cepheniz, kalmanız lazım, yapacağınız şeyler var…” Kızların babası değil cemaatteki abisi karar veriyor, gitsinler mi kalsınlar mı?

Hayal kırıklığı içinde dışarı çıktıklarında kızlardan biri diğerine diyor ki: “Bak şimdi bize izin vermediler, biz kalacağız burada, çünkü paramız yok. Parası olanlar, yolunu bulanlar gidecek, döndüklerinde onlar kıymet görecek, başköşelere onlar oturtulacak, sen ben itilmişliğimizle kalacağız.” Bacı diyordu ki; “Gerçekten de öyle oldu. Ak Parti de, devlet de onları sofraya buyur etti, biz sofraya uzanmaya niyet etsek bile itilmeye devam ettik.”

Devamını Oku

HANİ SEÇİLMİŞİZ YA!

HANİ SEÇİLMİŞİZ YA!
4

BEĞENDİM

ABONE OL

Seçilmişlik nimetinin büyük bir musibet haline gelme tehlikesi. Sebeplerden biri bu olabilir mi? onlar seçildiler ama seçildikleri şeyi yapmadılar, tam tersini yaptılar, hainlik ettiler ve lanetlendiler. Şeçilmişlik, ihanet, lanet. Yahudi tarihinin üç ana başlığı. Yahudilik, insanın potansiyelinin patladığı, spesifik bir yoğunlaşama hali gibidir. En iyinin ve en kötünün. İsa’nın ve yahuda’nın. Çaktın mı mevzuyu hazretim.
Seçilmişliği, onu yaratan iradeden, gayeden, peygamberlerin daveti ve şahsiyetinden, yüklediği somut sorumluluklardan alelacele kopartmak. Soyutlaştırmak, mutlaklaştımak. Kendisiyle birtek kendisiyle münasebetlendirmek. Kendine kapanmak, ötekileri dışlamak, aşağılamak. Seçildiler ihanet ettiler, lanetlendiler. Bu halleriyle de insanlara anlatılmaya anlatılmaya değer oldular. Nerede Yahudilerden söz ediyorsak hep anlatılmaya değer bir şeylerden bahsediyoruzdur hazretim.
Seçilmişliği bir paye bildiler. Bir makam. Seçkinlik, farklılık, üstünlük, biricilik. Bir görev olduğunu, o görevin ne olduğunu, onu ifa edip etmediklerini, tüm bunları umursamadılar. Seçilmişlerdi ya, coştular, taştılar, taşkınlaştılar. Önce tüm insanlığa karşı büyüklenmenin fıkhını kitaplaştırdılar. Sonra da bizzat kendilerini bizzat seçmiş olan cenab’ı aziz ü cebbar’a karşı. Salavatullahi ve selamullah ala nebiyyüna ve aleyhim, peygamberlerin kendilerinden olması ile tatmin olmadılar, Allah’ı da kendilerinden bildiler. Kendilerinin, esasen Allah’ın bir parçası olduğuna, Allah’ın tarihteki ve toplumdaki cisimleşmiş sureti olduklarına inanmaya vardırdılar işi.
“Yahudilik, insanın kendisiyle böbürlenmek için sonsuz bir susuzluk duyabileceğini ve onun için de Allah olmaya bile kalkışacağını gösterir.”
Bir ağabeyimin de dediği gibi; “Allah olmayı başaramaz ama, şeytan olmayı başarır.” Yahudiler, seçilmişlerin başına neler gelebileceğini, seçilmişliğin başına neler geldiğini bize göstererek ibret oldular.
Ben seçilmiş olmak istemiyorum hazretim. Tırsıyorum. Ben sadece bir insan, sade bir kul olmak istiyorum. İlla seçilmiş olmam gerekiyorsa yaratılmak üzere seçilmiş olmak bana yeterdi. Kavmiyetçilikde seçilmişlik temasına rast geldiğini anlamanı dilerim hazretim. Yazılı olduğundan çok yazısız, sözlü olduğundan çok sözsüz bir seçilmişlik fikri. Yahudilerin ki kadar keskin ve kesin olmasa da. Yahudilerle mukayese edilebiliyor olmak bile tehlike çanlarının çalması için yeterli olmalı oysa. İçimizde, çanlar kimin için çalıyor diye kafayı camdan çıkartacak az adam var gerçekten. Kaygısız. Neyle oynandığımızın farkında bile değilim hazretim.
Müslümanların tamamın da seçilmişlik mitosuna kapılma zaafı vardır. Sadece arap kavmiyetçiliğinde değil. Allahümme salli ala muhammed, peygamber’in bize, bizim de insanlara şahit olmamız için Allah’ın bizi insanların arasından çıkarttığı fikri ayetlerle desteklenir. Buradaki atladığımız detay nedir? Sen, ben o seçildi isek, adını andığımız vakit derim ürperiyor, bu bizim seçkin olduğumuz anlamına gelmez. Bir misyon için ayıklandık, hepsi bu. Yahudilik alametlerini bizde de görüyorum hazretim, vazife ile övgünün, misyon ile makamın birbirine karıştırıldığı yalnızca araplarda değil, bütün Müslümanlar da görüyorum. Kendimizi olduğumuzdan çok farklı sanma, insanlığa bir numune değil de nimetmişiz gibi hissetme durumunu mücahidi, müteahhidi, çok İslamcılarda görüyorum. Onlara benzeme fikri, neden sahiden ürkütücü gelmiyor bize biliyormusun hazretim. Bilirsin sen yine de söylemek istiyorum.
“Kendimizi onlardan farklı üstün görüyoruz da ondan. Yahudi’nin baştan sona acı bir tarihi tecrübenin unsuru olduğunu umursamıyoruz. Yahudi’ye Yahudilik yapıyoruz.” Yalansa tükür yüzüme Hazretim.
Bir de ne biliyormusun, bunu anlatırken de soğukkanlılığımı kaybediyorum, her şeyi bildiğimizi sanıyoruz, bun da gerçekten inanıyoruz. Bilmediğimiz hayati meseleler hakkındandaki hoyratlığımız, kestirip atma huyumuz, ahkam kesişimiz, cihad videolarımıza akseden Ebu Rambo’luğumuz, hep bu hastalıklı benlik kozamızdan kaynaklanıyor. Benlik algımız niye hastalıklı? Çünkü; biz müslüman’ız. Seçilmişiz biz… Yapma Allah aşkına.
Yahudilik, yukarıyı değil aşağıyı, kutsalı değil kavmi, Allah’ı değil kendisini esas aldığı için Yahudilik oldu. Dini kendimizle özdeşleştirdiğimiz de Yahudileşiriz. Aynı şeyleri yapıyor olmayalım hazretim. Kendimizi çok fazla mühimsiyoruz bana kalırsa. Sana bir sır vereyim mi ? Yahudi alameti nedir diye soracak olursan; “kendimizi mühimsemekteki aşırılıktır” kendimize çok kapanıyoruz. Neredeyse Yahudiler gibi kapalı sistemler kuracağız. Seçilmişlik hazretim. Kim bizden aşağı? Adam kalkar “Ya Allah!” derkatılır oda aramıza. Biz dediğimiz şey, dondurabileceğimiz şey değil. Ariel Şaron, bitkisel hayatından kalkar, pişmanım Allah2ım der, kolunu kanadını kırdığı filistin’in yanın da durur, o da bizdendir artık. Kimiz biz, mensup sayısı tahdit edilmiş, hususi bir seçkinler kulübü mü? Seçilmiş olmamız, yanlızca sorumluluktur, sorumsuzluk değil. Yanlış olan kavram değil, bizim kavrama biçimimiz. Yanlış olan, haşa kelimenin bağlamı değil, bizim bağlamımız, bizim onu nereye bağladığımız. Şimdi başını omuzuma yasla ve ağla hazretim, nasıl ağladığını görmediğim kişilere sırımı anlatmam zaten. Ağla sen bunu hakkettin. Yüzüme tükürsende. Pişmanlık duyman beni sevindirir.

Devamını Oku

MERHUM HASAN CELAL GÜZEL’DEN ‘BEYTÜLMAL’ DERSİ!

MERHUM HASAN CELAL GÜZEL’DEN ‘BEYTÜLMAL’ DERSİ!
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Her beşeri insan gibi Hasan Celal Güzel de anılmak ister. Yıllar sonra geriye bakıp düşündüğünüzde, dimağınızda ve damağınızda bir tutam bile olsa hoş bir tat kalmışsa, sizi şekillendirmese dahi, hayat yolculuğunuzda seyri güzel bir manzara sunmuşsa o kişi, değerlidir. İster bir Fatiha okursunuz ruhuna, ister gülümseyerek yâd edersiniz. Ve yine yıllar sonra, bana bu satırları yazdırmışsa Hasan Celal Güzel, 18-20 yaşında bir çocuğun hayatında kısa bir lahza için bir seyir penceresi açmışsa, ona içten bir minneti borç bilirim. Siyasi görüşü, dini görüşleri de beni ilgilendirmez ama ülkemizin böyle değerli insanların varlığına her zamandan daha çok ihtiyacı olduğundan eminim. Hayatta iken izleyicisi, takipçisi olduğunuz, mektep de sıra arkadaş’ı olduğunuz veyahut komşuluk ettiğiniz de yol da karşılaştığınız da; her nerede olursa olsun kendsiyle birkaç dakika geçirmiş olsanız üslubuyla, duruşu ve samimi içten bir tebessümü ile gıbta edeceğiniz birkaç kelamınızın olması kaçınılmazdır/elzemdir. Kendisinin yazdığı bir makaleyi tekrardan gündeme getirmek adına masam’ın başına kuluçlandım. Kendisinden sonra kendisi için yazılmış birkaç köşe yazısını okumama bahanem de oldu. İyi de oldu hazretim. Unuttuğum tebessümü satır aralarında mütebessim cevelan ederken buldum. Sa’yi meşkur olsun. Mevla vardığı yerde ikram da bulunsun. Onu hayırla yâd ederken, o muhteşem ders nitelikli yazısını evvela büyüklerimizin, akabinde okurlarımızın vicdanıyla yüzyüze bırakıyorum. Gerisi paşa keyfinize kamış.
Buyursunlar, hazretim.
Sayın Milletvekillerine ithaf olunur- Efendim, artık 68 yaşında, su katılmamış bir avanak, hakikî bir budala ve gayrikabil-i ıslah bir ‘enayi’ olduğumu itiraf ediyorum. Bana küçük yaşımdan itibaren ‘beytülmal’ın mukaddesliğini öğretmişlerdi. Hiç kimse ‘Devlet malı deniz, yemeyen domuz’ dememişti.
Bütün ömrüm tâbir-i âmiyanesiyle ‘eşşek gibi’ çalışmakla geçti. Çalışma hayatımda tek gün dahi izin kullanmadım. Bir gece bile doyasıya uyuyamadım. Kimileri bana ‘uykusuz müsteşar’ adını takıp uçup kaçtığımı söylerdi ama ‘Ne akılsız adam yahu!’ şeklindeki fısıltılar, her gün yüzlerce telefon konuşmasıyla çınlayan kulaklarıma kadar gelirdi.
Üzerinde ‘T.C. Hükümeti’ yazan kurşun kalemleri, silgileri ve kâğıtları, sadece resmî hizmetlerde, âdeta okşar gibi incitmemeye çalışarak kullanırdım. Çocuklarım devlet malına ellerini dahi süremezlerdi. Plakaları kırmızı ve siyah renkli resmî arabalara bir defa dahi binmediler. Yüzlerine bakmaya kıyamadığım Mustafam ve Elifim, bir saat daha az uyuyup belediye otobüsleri ve okul servisleriyle okula gittikleri esnada, bendeniz müsteşarlık ve bakanlık yapıyordum. Bırakınız eşime araba tahsis etmeyi, evde devletin personelini çalıştırmayı; idarecilik ve siyaset hayatımda lojmanda oturmadım. Koruma görevlisi de kullanmadım. Arabamın önünde ve arkasında fiyakalı eskortlar hiç bulunmadı.
Meğer ben ne enayiymişim!…

*
Yaptığım enayiliklerin haddi hesabı yoktur… Meselâ, bendeniz milletvekiliyken -birkaç zarurî toplantı dışında- Meclis lokantasında yemek yemezdim. Zira, burada çalışanlar kamu personeliydi ve çok ucuz olan yemekler milletin kesesinden sübvanse ediliyordu. Sonra, çok beğendiğim halde, aynı gerekçelerle TBMM Sigarası da içmedim. Ceplerim şıkır şıkır metal jetonlarla dolu olarak dolaşır, özel görüşmelerimi kulisteki ankesörlü telefonlarla yapardım. O zaman ‘beleş’ cep telefonlarımız da yoktu.
Hiçbir hediyeyi kabul etmez; ya reddeder veya demirbaşa kaydettirerek devlete intikal ettirirdim. Yıllarca üst yöneticilik, müsteşarlık, bakanlık yaptım; hâlen evimde bu dönemlere ait -bronz plaketler dışındatek bir hatıra eşya göremezsiniz.
Benim anladığım mânâda siyasete ‘Zengin girilir, fakir çıkılır’. Biz enayiler, devlet hizmetini ve siyaseti böyle anlıyoruz. Siyasî hayatımda önüme çıkan yüzlerce fırsatı teperek mal mülk edinmedim. Bilâkis, ANAP’taki Genel Başkanlık mücadelesinde, Bond çantalarda getirilen paraları reddederek, eşimin SSK kredisiyle aldığı Oran’daki daireyi; YDP’nin kuruluşunda da babamdan kalan Malatya’daki ev ile dedemden kalan Gaziantep’teki evin bana düşen hisselerini harcadım.
Bu arada, eşimin uzmanlığıyla ve alınteriyle hak ettiği ‘Vakıflar Genel Müdürü’ olarak tayin kararnamesini, nasıl engellediğimi de unutmayayım.
Sadece bununla kalsa neyse… ANAP döneminde, şiddetle muhalefetime rağmen çıkarılan ‘kıyak emekliliği’ reddedip tek maaşa devam ettim. Bu haksız uygulama hâlen devam ediyor. Başbakanlık Müsteşarı’yken, milletvekili maaşlarının buna göre ayarlanmasını gerekçe göstererek kendim için sözleşme yapmadım ve üç yıl müddetle emrimdeki daire başkanlarından bile daha az maaş aldım.
Meğer ben ne enayiymişim!…

*
Şimdi 70’ine merdiven dayadım. Hâlâ kirada oturuyorum. Kendime ait tek mülküm kitaplarım… Yani, sizin anlayacağınız, gerçek anlamda ‘Dikili ağacım dahi yok’. Hizmet hayatım boyunca, muhatabımın bıyık altından gülerek dinlediği, ‘Bu fukara millete ben bu masrafı hiç yaptırır mıyım?’ lâfım vardı.
Sevgili okuyucularım, bu yazdıklarımı okuyup da sakın bütün bunlardan pişmanlık duyduğumu sanmayınız. Enayilik öylesine içime işlemiş ki geriye dönmek mümkün olabilse gene aynısını yapardım.
Beni bütün ‘enayiliğime’ rağmen kimseye muhtaç etmeyen Yüce Allahıma hamd ediyorum.

Devamını Oku

ADINI NİYE ZAHİD KOYMUŞLAR!

ADINI NİYE ZAHİD KOYMUŞLAR!
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Hmm, Adımı niye Zahit koymuşlar?.. Güzel soru. Cevabı bir çırpıda verilebilen suallere güzel soru denmez biliyorsun. Cevabı çetrefilli olacak ki güzel soru olsun. Herkesin adının bir hikâyesi vardır, varsın rastgele konmuş olsun. O rastgelelikte bile bir mana ve müphem hakikatlere bir ima olabilir. İsmiyle müsemma denir ya bazı insanlar için, adını bir sıfat gibi üstünde taşıdıklarından ötürü. Zahit adı da benim için ideal bir ad olmuş; başka bir isim koysalar olmazmış, durmazmış üstümde. Züht, dünyadan el etek çekme manasıyla değil ama; bambaşka bir bağlamda…
Neresinden başlasam ki?
Öncelikle ismim bir türküden mülhem. Aslında bir nutku şerif. Halvetî tarikatının büyüklerinden bir şair, Bezcizade Mehmed Muhyiddin’e ait. Dinlemiş miydin daha önce, baştan sona dinlemiş miydin? Tamam, mırıldanayım senin için, çok da dikkat çekmeksizin gelen geçenler arasında. Başlıyorum:

“Zahit bizi tan eyleme
Hak ismin okur dilimiz
Sakın efsane söyleme
Hazret’e varır yolumuz

Sayılmayız parmağ ile
Tükenmeyiz kırmağ ile
Taşramızdan sormağ ile
Kimse bilmez ahvalimiz …”

Teveccühünüz efendim. Evet, hakkını vermeyi çok istediğim bir ezgidir. Ne kadar güzel okusam gene de hakkına riayet edemediğim hissinden kendimi alamam. Madem bu kadar beğendin, tarihçesine kısaca değineyim şu hâlde.

Mevzu 17’nci asırda cereyan ediyor. Kadızadeliler diye bir tai- fe var; Dördüncü Murad zamanında Ayasofya Camii vaizi Ka- dizade Mehmet Efendi ile başlamış bu hareket; devletin içine kadar sızmış, toplumda da belli bir karşılığa ulaşmış. Bugünkü Fetullah gibi düşün, ama onlar radikal İslamcı. Tasavvufa şirk diyorlar. Her türlü tarikatın, zikrin, devranın, semahın yasaklanmasını istiyorlar. Tekkeleri basıp dervişleri darp ediyor, korku saçıyorlar. Gemi azıya aldıkları dönemde karşılarına çıkmaya kim cesaret ediyor? Halvetî şeyhi Abdülmecid Sivasi. Hemşerimin çıkışını müteakip kavgaya Kadızadeliler ile Sivasilerin ihtilafi deniyor.

Kadizadeliler devleti ele geçirdiklerini düşünüp sufilere son bir darbe vurmak, tekkeleri yakmak, bidat gördükleri minareleri yıkmak, salaları susturmak için Fatih Camii’nde toplanma kararı aldıklarında devlet işe el koyuyor ve karşı darbe ile bunlar derdest ediyor. Önce katline ferman çıkarıyor hepsinin, sonra da cezalarını sürgüne çevirip bu taifeyi tasfiye ediyor.

İlahi, zahide seslenerek başlıyor. Zahid dediği, dervişlerin ulaşmayı arzuladığı makama eren kişi değil aslında. İslam’ın zahirine takılıp kalan, muhabbetsiz, gergin, haşin bir tiptir. Rind değildir, çabuk gönül kırandır, gönül ehli değildir. Diyor ki “Zahid bizi tan eyleme”, yani kınama, dervişleri ayıplama, kötüleme. “Sakın efsane söyleme” yani tasavvuf ve sufiliğin asılsız bidat olduğunu iddia etme. “Hazret’e varır yolumuz”, bu işin ash, şeyh silsilesi Hazreti Muhammed’e varır demek istiyor…. Mevzu derin yani, derin ve narin.

“Sayılmayız parmağ ile, tükenmeyiz kırmağ ile…” Kadizadelilerin kıyımlarına karşı bu meydan okuyuşla birlikte işin rengi değişiyor. Sonradan ilave olunan “Imam Ali’dir ulumuz” mısraının da cazibesiyle Bektaşî deyişi olarak söylenip Alevi muhitlerde revaç buluyor. Oradan da solcuların eline geçiyor. Yetmişli yıllarda devrimci hareketin sloganı hâline geliyor.

İş burada kalsa benim adım gene Zahit olmayacak. 1971’de Yılmaz Güney bir film çekiyor: Ağıt. Film bir eşkiya topluluğunun macerasını anlatıyor. Filmin sonunda başroldeki kahraman (Yılmaz Güney) vurulmuş, onun böğründen kurşun çıkarılırken işte bu ilahiyi, türküyü eşkıya arkadaşları söylüyor. Dağ başında bir mağarada, kartal yuvasında. Havada kartal uçuyor, mağarada ise daha tüyü bitmemiş yavruları aç ağızlarını annelerinin şefkatini celbetmek için sonuna kadar açıyor. Dağların doruklarından kayalar yuvarlanıyor. Eşkıyalar hep bir ağızdan “Zahit bizi tan eyleme!” diye döktürüyor; Yılmaz Güney ecel terl…

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.