35,2068$% 0.3
36,7672€% 0.92
44,3202£% 0.7
2.968,33%1,32
4.853,00%0,96
06 Aralık 2024 Cuma
DUY EY YURDUM İNSANI
TÜRKİYE TIKANDI VATANDAŞ HİÇ BİR PARTİYE GÜVENMİYOR!
TÜRKİYE’NİN MEVCUT GERİLİMLERİ/TANSİYONLARI
TEMEL’ler BİN YAŞASIN
BELEDİYECİLİĞİ İLE ÖVÜNEN AKP'NİN BÜTÜN BELEDİYELERİ BORÇ BATAĞINDA!
Osmanlı imparatorluğunun yıkılması ve Türkiye Cumhuriyetinin çağdaş bir “Ulus Devlet” olarak kurulması, bünyesinde üç genetik tansiyonla mümkün olmuştur. Bu tansiyonlar: 1- Laik/Seküler-Dindar/Muhafazakârlık, 2- Türk-Kürt, 3- Sünni-Alevi farklılaşmalarıdır. Medeni bir toplum oluşturmak için, bugün bu ayrışmalardan birine “taraf” olmak değil; bunların üzerinde bir zekâya ve ahlaki cürete sahip olmak gerekir. Şimdi bu tansiyonları tek tek analiz edelim.
Bu gerilim/tansiyon, insani var-kalma/hayata tutunma (Conatus essendi-Spinoza) motivasyonu ile köklere tutunma/kimlik motivasyonunun doğurduğu bir çelişkidir. Osmanlı siyasal-kültürel bedeninin, kendine karşı Batıda gelişen meydan okumalara zamanında mukabelede bulunamamasının doğurduğu anakronizm/tarih yapamama, kendi modernitesini (tecdit) yaratamamanın doğurduğu bir sorundur. Çöküş sürecinin, bıçağın kemiğe dayanmasının doğurduğu bir sonuç/semptomdur. “Tanzimat” ve “Meşrutiyet” çabaları ile devlet-toplum kurtarılmaya çalışılmış; fakat başarılı olunamamıştır. O dönemde oluşan “Üç Tarz-ı Siyaset (Batıcılık-Türkçülük-İslamcılık/Osmanlıcılık)”ten yapılan Batıcı-Türkçü sentez, siyasal ve kültürel bir “Devrim” yaparak Türkiye Cumhuriyetini kurmuştur. Eski rejimin kavramsal ve kurumsal yapıları olan Hilafet/Saltanat, Şeriat ve Tarikat ilga edilmiş ve yerine Batı standartlarında modern-seküler bir devlet kurulmuştur. Eski rejimin savunucuları ve temsilcileri yurt dışına sürülmüş ve toplum kesimleri ise, küserek içine kapanmış, içerlemiş ve uçuklamıştır. Yeni rejim taraftarları, yapılanların “kaçınılmaz” olduğunu savunurken; eski rejim taraftarları, buna ikna olmamışlardır. Genellikle “Türk” kökenliler, yeni rejime sahip çıkarken, gayrı-Türk kökenliler, “İslam/Ümmet” dolayımı ile karşı çıkmışlardır.
Temel sorun, “kaçınılmaz” olduğuna inanılan veya inanılmayan bu “travmayı/devrimi” sonrasında, makul bir zamanda rehabilite edecek politik-ahlaki entelektüel bir yeteneğin/yeterliliğin/kabiliyetin ortaya konamamış olmasıdır. Aradan yüz yıl geçmiş olmasına rağmen, olduğu gibi devam ediyor olmasıdır. Tarafların, var-kalmanın/hayata tutunmanın ve köklere bağlı kalarak yenilenmenin “tabiiliğini” anlayamamış olmalarıdır. Tarafların dogmatik kalarak hâlâ uçlarda geziniyor olmalarıdır. Kurtuluş savaşının mümtaz önderlerinden biri ve devrimlerin bânisi olan M. Kemal’in “kahramanlığı”nın teslimi ve yaptıklarının doğrusu-yanlışı ile ele alınıp yerli yerine oturtulamamasıdır. O, bir “insan” olmaktan çıkarılarak, adeta bir tapınım nesnesine (Tanrı-Deccal) dönüştürülmüştür. Bu durum, Türkiye halkının düşünce fakiri oluşunun bir göstergesidir. Ne var ki, -yeterli olmamasına rağmen- son dönemlerde bazı “normalleşme” adımları da atılmaktadır.
Rahmetli İlahiyatçı Profesör Hüseyin Atay ve Y. N. Öztürk, Sünni Şeriatçı-Sufiliği içten sert bir eleştiriye tabi tutarak M. Kemal’i, Cumhuriyeti ve Laikliği yeniden yorumladı. CHP’nin genel başkanlığını yapmış sayın Kemal Kılıçtaroğlu, muhafazakâr kesimle “Helalleşme” den bahsetti. Şimdilerde gösterimde olan “Kızıl Goncalar” adlı dizi filmi, bu kronik sorunun çözümlemesi yönünde atılmış bir adımdır. Dizinin kahramanlarından emekli profesör Suavi ve doktor Levent, laikçi-çağdaş kesimin dini maneviyatla ilişki kurmasını; Şeriatçı-Halidi-Nakşi Tarikattan kaçan Meryem, kızı Zeynep ve mürşidin oğlu Hoca Sadi Hüdai, çağdaş-laik devlet yapısı ile barışmayı; Mürşidin torunu Cüneyt, katı mistik-tarikat yapısının doğurduğu “hastalığı”; Babasını (mürşidi) öldürterek posta geçen Vahit katı-şeriatçı, pragmatik, Makyavalist, mafyatik bir kişiliği; Naim ve “La-edri” gurubu ise, cahil-samimi mürit takımını temsil ediyor. Son yirmi yılda Tarikat-Cemaat ve Siyasetin ortaya koyduğu dinsel performans, muhafazakâr kesimde M. Kemal ve Laikliğin yeniden yeni bir biçimde keşfini tetiklemiştir.
Cumhuriyet, “Çağın Ruhu (Zeit-Geist)”na uygun olarak bir “Ulus” yaratma projesidir. Anadolu’da yaşayan Yahudi-Rum-Ermeni-Arap azınlıklar ve Kafkaslardan-Balkanlardan Anadolu’ya sığınan etnik azınlıklar, bu projeye ses çıkarmadılar. “Türk”lüğü ve Türkçeyi kabullendiler. Ancak, Anadolu’nun yerlisi ve diğerlerine nispetle demografisi fazla olan Kürtlerin büyük bir bölümü, yeni duruma razı olmadılar. Türkler ile “Sünnilik” ortak paydasına rağmen, bu rahatsızlığın arkasında, diğer alanlarda eşit vatandaşlık haklarına rağmen, 1- Dillerinin yasaklanması, 2- Birinci Dünya savaşı akabinde Irak-Suriye-İran ve Türkiye sınırları içinde kalan Kürtlerin, -doğal bir motivasyon ile-, buralardan ayrılarak kendilerine bir ulus devlet kurmak arzusu, 3- Süper güçlerin, -kendi çıkarları doğrultusunda- Kürtlerin yaşadığı devletleri istikrarsızlaştırma ve parçalama politikaları vardır. Bölgesel oluşumların geliştiği, küreselleşme ile “Ulus Devlet”lerin ve sınırların eski işlevselliklerinin kalmadığı bir dönemde “Ulus Devlet”, biraz geç kalmış bir taleptir. Ancak, “böl-parçala-yut” taktiğini güden emperyalistlerin işine gelmektedir (Irak-Suriye-Yemen-Libya-Sudan…).
Son otuz-kırk yılda bölgenin ekonomik kalkındırılması başta olmak üzere, Kürtçenin kullanılması doğrultusunda da önemli adımlar atılmıştır (“Çözüm Süreçleri”). Kürtlerin, yoğun yaşadıkları Güney-Doğu Anadolu dışına göçleri ve diğer etnik kökenlilerle evlilikleri (“Kız almışız, kız vermişiz; kirveyiz biz”-Ahmet Arif) “Bölünme”yi fiilen imkânsız kılmıştır. Doğum-Ölüm ve Evlilik törenleri aynı olan halklar, aynı kültürel “Ruh”a sahip oldukları için, “Bölünme” talebi, ancak “İhanet” olarak nitelenebilir. Sorunun çözümü, “Anadilde Eğitim” talebinde düğümlenir. Kürtlerin onur duygularını tatmin için, -birlikte yaşamak kaydıyla- ara bir çözüm bulunabilir. PKK’nın talep ettiği “Özerklik” ve “Konfederasyon” talepleri, ileride bölünmeye yönelik taktik hedeflerdir.
Alevilik, Türklerin, “Araplık”tan kaçarken, Kureyş’in Ali’(ra)sine tutulmaları saflığıdır, düşünce kısırlığıdır. Arapların erken tarihindeki politik bir iç kavgaya Arap olmayan halkların karışması, “taraf” olması, işgüzarlık ve saflıktır. Başka bir toplumun tarihinde gerçekleşse de, politik-dinsel bir kavgada mazlumdan/hakkaniyetten yana olmak, övünülecek bir husustur. Ancak, bundan kişi ve ölüm kültüne bağlı dinsel bir inanç çıkarmak, mitik bir tutumdur. ”Sünnilik” de, -bir yönü ile teolojik olsa da- asli yönü ile yine bu iç-savaşla ilgili “politik” bir oluşumdur. İranlılar, Hüseyin üzerinden Ali (ra) soyu ile kurdukları akrabalık ve kendi milli onurlarını korumak için “Şiiliği (Aleviliği)” bir çözüm yolu olarak buldular. Türkler de, Araplıktan (Sünnilik/Şeriat) kaçmak için “Tasavvuf-Tarikat”ı benimsediler (“Şeriat, bu kuluna kaba geldi; ya resulullah”-Neyzen Tevfik). Bir Türk yazarının dediği gibi: “Arab’ın “Kelâm”ı varsa; Türk’ün’de “Tasavvuf”u vardır.”. Alevi-Sünni münafereti, Osmanlı Devletini baştan sona kadar kesmiş ve uğraştırmıştır. Bu sorun, Cumhuriyet’e Osmanlıdan kalmıştır. Diyanet teşkilatı kurulurken Sünni paradigma üzerine kurulmuş ve bu kurumda Alevilere yer verilmemiştir. Onlar da doğal olarak kendilerini “ikinci sınıf” olarak algılamışlardır. Ak Parti iktidarları döneminde “Alevi Çalıştayları” yapılmış olmasına rağmen, Alevi vatandaşlarımızı tatmin edecek (Cem Evlerinin ibadet mekânı sayılması) bir çözüme yanaşılmamıştır. Alevilik de Sünnilik de tarihsel, dogmatik, anakronik dinsel (kavramsal-kurumsal) yapılardır. Bu münaferet/tansiyon, yabancı istihbarat örgütleri tarafından kaşınarak zaman zaman iç çatışmalara vesile yapılmıştır (Çorum-Kahraman Maraş-Sivas Olayları). Türkiye’de yüzden fazla İlahiyat Fakültesi bulunmasına rağmen, Türkiye toplumunun maneviyat/din-ahlak/vicdan ihtiyacını karşılayacak bir din/İslam yorumu/tecdit/update geliştirilememektedir. Hepsi de Arkeolojik kazı yaparak, söylenenleri tekrar ederek, estetize ederek bir iş (ilim/bilim) yaptıklarını sanmaktadırlar. Rahmetli iktisat tarihçisi Sabri Ülgener ve Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak’ın, Türklerin “Dinsel Aklı” üzerine yaptıkları tasviri-eleştirel çalışmaları dışarda tutuyorum.
Başta söylediğimi tekrar edeceğim: Medeni bir toplum oluşturmanın yolu, maziye/tarihe takılarak antagonizmaları, münaferetleri, tansiyonları, taraf olmaları ila nihayet sürdürmek değil; bunları aşma zekâsını ve olgunluğunu ortaya koymaktır. Kabile asabiyetini, kan davasını, rövanş duygusunu sürdürmek, marifet değildir; karşı mahalleye el uzatabilmek, empati kurmak; yok olmamak-var kalmak için atılan adımlar ile köklere-kimliğe bağlı kalma ihtiyaçlarını birlikte düşünebilmektir. Devrimlerin saikini anlamaya çalışırken, mevcut dinsel kurumların ve kavramların (Şeriat-Hilafet-Tarikat) hayattan-gerçeklikten/dünyadan (seculum/seküler) nasıl kopup kabuk haline geldiğini anlamaktır. Merhum Mehmet Akif, “Safahat” da bunu anlatır. Halkın bin yıldan beri kimliğinin ontolojik kurucu unsurunu oluşturan dinsel sembolik kapitallerini (Kur’an okumak, ezan okumak, Hacca gitmek, örtünmek…) kısıtlamanın yarattığı içerlemeyi-uçuklamayı anlamaktır. Bir “Hukuk Devleti” oluşturmak ile “Makasidu’ş-Şeria=Malın, Canın, Onurun (Irz-namus), Aklın (düşünme hürriyeti) ve Dinin (din hürriyeti)”nın, “Dinamik Şeriat(İG)”ın aynı olduğunu kavramaktır. Tarihsel bir kahramanı putlaştırmanın veya onu lanetlemenin ötesinde; adam gibi hakkını teslim edebilmektir, hak ettiği yere koyabilmektir. “Yiğidi öldürüp, hakkını vermek”tir. Etnik-dilsel ve dini-mezhebi kökenleri farklı insanların birlikte yaşamak zorunda oldukları yeri(Türkiye) yurt-yuva/ev ve vatan olarak göremiyorlarsa; Dingon’un ahırı, yolgeçen hanı, hamam, otel olarak olarak değil; hiç olmazsa, okyanustaki “Gemi” olarak görmek zorundadırlar. Hainliğin ve korsanlığın alemi yok.
Hukuk, adalet arayışı anlamında Rahmaniyyetin tecellisi olarak tarafsızlık veya haklıdan yana olmaktır. Haklıya hakkını, haksıza cezasını vermektir. “Biz” demeye en uygun/temel kriter, hukuk ve adaletin terazisidir. Akrabalık, çıkar birlikteliği, inanç birlikteliği gözetmez: “Emaneti/kamusal sorumluluğu-görevi ehline vermek” (4/58), temel prensiptir. “Ey iman edenler, kendiniz (müminler), ana-babanız ve en yakınlarınız aleyhine de olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti ayakta tutun. Zengin veya fakirliği de kriter olarak almayın. Allah, bu hususta onlara sizden daha yakındır. Adaleti yerine getirmede nefsinize (içgüdülerinize), kendinize uymayın. Eğer konuyu çarpıtırsanız veya şahitlikten çekinirseniz; Allah, yaptıklarınızdan haberdardır” (4/135). Musa (a.s), kabile asabiyeti yüzünden bir kişiyi öldürdükten sonra, yaptığının yanlış olduğunu anlayınca: “Bu şeytanın işidir; o, apaçık ayartıcı bir düşmandır” (28/15) demişti. Zira; “Peygamberler, kişisel vicdanı, toplumların tarihinde yaşanan olaylarda ifadesini bulan kâinatın manevi düzeni ile yüzleşmeye davet ediyorlardı. Adalet mücadelesi, tarihsel bir eylem meselesi idi. Dolaysıyla peygamberlerin en tutarlı takipçilerinin gözünde kişiler arası eşitlikçi adalet, uygar yaşamın en yüce değeri haline geldi. Öyle ki, gerektiğinde adaleti sağlamak uğruna diğer sanatlardan ve müreffeh bir hayattan bile vazgeçilebilirdi” (Marshall. G. S. Hodgson, İslam’ın Serüveni. Çev: Berkay Ersöz. Ank. 2024. S.160). “İbrahimi ve Mazdacı geleneklerin genel görüş tarzı, cemaat (ümmet) aracılığı ile tarihte adaleti gözetmek diye özetlenebilir. Bütün peygamberler, adil eylemin en üstün dinsel etkinlik olduğunu vurgulamışlardır. Özellikle bireysel kişisel benlik farkındalığı ile ilgilenen Hint kökenli geleneklerin (Mistisizm-Tasavvuf/İG) aksine, -halkçı olsun olmasın- İran-Sami gelenekleri, kişiler arası adalet meselesine önem vermişlerdir” (Marshall, a.g.e., s 174).
Tanrı nezdinde kıymetli-kıymetsiz olmanın iki kriteri vardır: 1-İman-Küfür. 2- Adalet-Zulüm. İnsanlar nezdinde bu kriter tektir: Adalet ve zulüm. Birincisi, Allah ile insan arasındadır; bizi ilgilendirmez (“Dinde zorlama yoktur”, 2/256). Hukukun tecelli etmesi için, bireylerdeki vicdanın diri olması, doğru tartması, bunun için de düşüncenin aktif olması gerekir. Taklit ve kör-inanç, mezhep taassubu yaratır; bu da adalet terazisini bozar.
Osmanlı Devleti, çöküşüne doğru “Tanzimat” döneminde geliştirdiği “Mecelle” ve “Kanun-i Esasi” ile “Hukuk Devleti” olmaya başlamıştı. Ömrü yetmedi, öldü. Cumhuriyet, bir dizi “Kültür Devrimi” ile kuruldu. 1950’lerden itibaren Batı’ya yaklaşarak hukuk yapmada ve hukuki kurumlar geliştirmede epeyce mesafe almıştı. Ancak, hukuka “uyma” ve “denetleme”de her zaman sorunlar olmuştur. Darbeler, hukuka uymadaki başarısızlıkların bir göstergesidir. Kültürel devrim yaşamış bir toplum olmamız hasebi ile bizde “siyaset”, güç istenci, tahakküm tutkusu, iradesini tenfiz etmek için “hukuk” kavramını, kanun “sopa”sının kılıfı olarak kullanılmıştır. Bu, dün böyleydi; bugün de böyle. Toplumun bütün kesimlerinin ortak maslahatını ve güvenliğini sağlayacak, konsensüse (icma-şura) dayalı bir hukuk yaratma aşamasına gelemiyoruz. Daima “Madem öyle; işte böyle” veya “Sen öyle yaparsan; ben de böyle yaparım” (kin, intikam, rövanş) modundayız.
Dinî itikat birlikteliği, inananlara kendiliğinden/de facto dogmatik (gerekçe getirmeksizin) bir doğruluk vehmi/zannı yaratır: “Bizden olan, kesinlikle haklıdır.” Mezhep altı “mikro-mezhep”ler olan tarikat ve cemaatlerde de aynı zihniyet egemendir. Bunlar, kendilerinin dinî anlamda “doğru yol”da (sırat-ı müstakim) oldukları zannı ve vehmi ile kolayca “Minareyi (daha küçük bir şeyi değil!) çalıp kılıfına uydurma”, “Hile-i Şeriyye”ler ve “Kitabına uydurmalar”, yani hukuksuzluklar yaparlar. Sözde veya samimiyetle “Allah rızası” için, gözlerini kırpmadan hukuksuzluk ve zulüm işleyebilirler. Çünkü kriter, kendilerinin kör-inançlarıdır; yazılı yasalar, argüman, delil, kanıt değil. Türkiye’de muhafazakârların mağduriyet psikolojisi, hukuka uymada önemli bir handikaptır. “Hizmet Hareketi” namı ile bir “cemaat”in yaptığı “kumpas”ları, “soru çalma”ları vb. hepimiz hatırlıyoruz. Takiyye yapan bu cemaat, 15 Temmuz’da deşifre edildikten sonra, bunların hakkında başlatılan tahkikatlarda “KHK” ile nice yaşın yanında kurunun da -hukuksuzca- yakıldığını, hem de dinî/mezhebî-meşrebî saiklerle bunun yapıldığını biliyoruz. Bu tevkif-tahkikatlarda kılı-kırk yararcasına bir titizlik gösterilmesi yerine; “günah keçisi” ve “şeytanlaştırma” süreçlerinin işlediğini biliyoruz. Tarikatların, “kamu hazinesi”nden “vakıf” adı altında mal-mülk-menfaat devşirmeleri ve bunu onlara “peşkeş” çekenlerin de hile-i şeriyye ve kitabına uydurma makamında oldukları, izahtan varestedir.
Günümüzde Türkiye’de politik “Biz” yani “Parti” oluşturmanın temel iki saiki mevcuttur: 1- Ekonomik çıkar tutkusu, 2- Politik tahakküm arzusu. Bir zamanların “Politik Yelpaze”si, yani “Merkez, Sağ, Sol” ve “Politik-İdeolojik Üçgen”, yani “Sol-Sosyal Demokrasi-Liberalizm-Muhafazakârlık”, dünyada da Türkiye’de de çoktan Post-Modern, Post-Hümanizm, Post-Truth, Trans-Hümanizm akımlarının un-ufak ettiği anlamsız kategoriler olarak kaldı. 2000’lerin başına kadar Türkiye’de Politik-İdeolojik “parti”lerin olduğunu söyleyebiliriz. Sağda DP, AP, ANAP, Millî Görüş partileri, MHP; solda CHP, sol-sosyalist partiler, Kürt partileri mevcuttu. 2000’li yılların başından itibaren AK Parti, sağ-muhafazakâr “boya”yı sabit tutarak iktisadi çıkar tutkusu (“Biraz da biz ölelim”) ve politik tahakküm arzusuna dönüştü. MHP, mafyöz ilişkilere evirildi; çağdaşlık-laiklik, Atatürk sembolik kapitallerini kullanarak CHP de “anonim şirket”e dönüştü. Kürt partileri, nispeten politik davalarını koruyarak ABD ve İsrail’in “proxy”lerine dönüştü. Bu yapılardaki “Biz”i oluşturan ortak bir ahlaki ülkü, ütopya, dava, ideal ve ideoloji yoktur. Başlıca motivasyon çıkar tutkusu ve güç istenci olduğu için, “hukuk”un esamesi okunmaz. Ülkemizde yalan, kandırma, tükürdüğünü yalama, “dün öyle-bugün böyle”, iki -hatta daha fazla- yüzlülük, kumpas, pusu…, siyasetin tanımı (“siyaseten”) olarak görülünce; böyle bir ortamda “hukuk” tan bahsetmek, müstehildir. Konfüçyüs’e atfedilen: “Arsızlar ‘güçlü’ olunca; haklılar ‘suçlu’ olurmuş” özdeyişi, durumumuzu epeyce özetliyor gibi. Türk toplumunda “Balık baştan koktuğu” için ve “Hal, sâri olduğu” için; halk da siyasilere bakarak aynı şeyi yapıyor; kendi sorununu, kendi başına veya çeteleşerek çözüyor.
Hukuk yapmanın, yani adaleti tahakkuk/tenfiz etmenin evrensel iki kaynağı vardır: 1- Ahlak 2- Menfaatin altın kuralı olan: “Sana yapılmasını istemediğin şeyi, başkasına yapma” veya “Sana nasıl davranılmasını istiyorsan, başkalarına da öyle davran”. Batı toplumları, uzun süren din, çıkar ve ırkçılık iç savaşlarından yorgun düştükleri için, -ahlak ile değil- ikinci kuralı keşfederek kurtulmuşlardır. Bizde de hukuk yapacak yeterlikte ahlak ve vicdan olmadığına göre; ikinci kuralı keşfetmek zorundayız. Zamanı çoktan geldi ve geçiyor. Başka çaremiz yoktur. Aynının/kendinin bilinci, genellikle güç istenci, istiğna, iç-güdü, kör-inanç, refah, arzu, heva peşinde koşar (siyaset). Dinleme, ötekinin sesi-yüzü, başkasının bakışı, ötekinin mağduriyeti-ihtiyaçlarını gözetme, doğru bir “hukuk”a imkân verir. Ancak, bu (ahlaki saik) Türkiye’de şimdilik “imkânsız”. Büyük ölçüde güç istenci ve çıkar tutkusu ile motive olmuş bir “Biz/Siyaset” ekibinin, herkesin/kamunun/hukukun koruyucu kılıcı-meleği olacak yeni ve “sivil” bir anayasa yapma teklifi/talebi siyasi bir manevra, bir ironi, bir şaka-mizah olabilir. Oysa “Uygarlığın sanatlarından biri de, resmen dokunulmaz (Tanrısal-İG) kılınmış olan adalet sanatıydı. Bir yönetici, sadece ihtişamlı bir saraya veya göz kamaştırıcı başarılarla dolu bir sicile sahip olduğu için değil; aynı zamanda adil yasalar koyduğu, hukuku adaletli biçimde uyguladığı için de kendiyle gurur duyabilirdi. Bu itibarla, kişisel vicdani gelişim, uygar sanatlar arasında öne çıkarken; adaleti sağlamaktan duyulan gururun da, daha fazla önem kazanması beklenir.” (Marshall, a.g.e., s.147)
Osmanlı İmparatorluğu çöktükten ve Kurtuluş Savaşından sonra, Anadolu, tehcir ve nüfus mübadeleleri ile İslamlaştırılarak üniter bir ulus devlet kuruldu. Yüzde 99’u Müslüman olan halka Avrupai bir elbise biçildi-dikildi. Hilafet, Şeriat ve Tarikat ilga edilerek çağdaş-seküler bir devlet yapısı inşa edildi. Dinin itikat, ibadet ve ahlak unsurları Diyanet riyasetine tevdi edildi. Eğitimle de toplum sekülerleştirilmeye çalışıldı. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde mevcut sünni teoloji tartışılmaya başlandı ise de; cumhuriyet döneminde -zaman olmadığı için- bu eleştiriye devam edilmemiş, mevcut dini muhayyile havalandırılmamış, tecdit edilmemiş, külleri üfürülmemiş, bakımı yapılmamış ve halının altına süpürülmüştür. O da, fazla zaman geçmeden geri dönmüştür. Bu dönüşün biri sivil, diğeri politik olmak üzere iki kanadı olmuştur. İkisi sivil, ikisi politik olmak üzere, bu geri dönüşü, başlıca dört figürle/kişi kültü ile izah etmeye çalışacağız.
1-SAİD NURSİ (“NURCULUK”)
Tarikat “ruhu”, Said Nursi’nin öncülüğünde “Cemaat” olarak geri dönmüştür. Said Nursi: “Devir, Tarikat devri değil; Cemaat devridir” diyerek, kendi örgütsüz “örgüt”ünü oluşturmuştur. Bir taraftan, kendi döneminde yükselen Pozitivizmin dine saldırılarını göğüslemek için bir savunma “Kelam”ı oluştururken; diğer taraftan da devletin/rejimin sek/sert/seküler uygulamalarına karşı sivil olarak dini hamiyetle karşı durmaya çalışmıştır. Devletin ısrarla takibatına rağmen; aleni suç işlemeden, legal bir şekilde yazmış ve konuşmuş, “Nurculuk” diye bir teolojik bir cemaat oluşturmuştur. Bu teolojik yeni yorum, onun ölümünden sonra farklı fraksiyonlara bölünmüştür. Hepsi de, sağ hükumetler ile dirsek temasında olarak ve diyaloğa girerek vakıf-dernek faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Bu gruplar, şeriat ve hilafetten teolojik olarak vazgeçmemiş olmasalar da; cumhuriyet ve demokrasi ile fazla bir sorunları olmamıştır. “Risale-i Nur” külliyatını yazarak-basarak, okuyarak, okutarak tebliğ, vaaz, irşat faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Risale-i Nur külliyâtı, Sünni, kaderci Eş’ari ve ilhamcı-rüyacı Tasavvufi damarın, bazı Kur’an ayetleri ıle -Pozitivizmin saldırıları da göz önünde bulundurularak- yeniden yorumlanmasıdır. Türklerin tarihinde ilk “Türkçe” teolojik bir yorumdur. Bu süreç içinde Osmanlıda etkin olup yasaklanan Tarikatlar, yeraltında/illagal olarak faaliyetlerine devam etmişlerdir.
2-FETULLAH GÜLEN (“HİZMET HAREKETİ”)
Bu teoloji ile beslenen Fetullah Gülen, 1970’lerden itibaren kendi etrafında oluşturduğu muhip-müritleri ile ve “Allah isterse, kâfirleri müminlerin emrinde kendi dini için hizmetkâr kılar” inancı gereği ABD/CIA ile de ilişkiye girerek,“The Cemaat” veya diğer deyimle “Hizmet Hareketi”ni oluşturdu. Meşhur “Abant Toplantıları” ile Türkiye’de meşruiyet devşirirken; “Dinler Arası Diyalog” ile de uluslararası meşruiyetini perçinlemeye çalıştı. Sünnilikte meşru olan “Harp Hiledir” ve Şiilikteki “Takiyye” prensiplerine bağlı kalarak –yurt içinde ve yurt dışında- eğitim (Dershane-Okul) faaliyetleri başta olmak üzere değişik sivil toplum kuruluşları ile hareketini geliştirdi ve devleti “ele geçirmek” için kurumlarına sızdı (“Paralel Yapı”). Kendini “Kâinat İmamı” olarak görerek, İslam’ı dünyada “Temsil” misyonuna soyundu. İki binli yılların başlarından itibaren iktidara gelen AK Parti hükumetleri ile –alnı secde görenler olarak- de “iş birliği” yaparak mevcut “Vesayet Rejimi”ni yıkmak için soru çalmadan “Kumpas”lara varıncaya kadar bir sürü “illegal” faaliyetler yaptı. Gücünü artırınca, Ak Parti hükümeti ile bazı konularda ters düşmeye başladı ve aralarında bir münaferet oluştu. Sonunda “15-Temmuz/Darbe Girişimi”nde bulundu ve yenildi. Ondan sonra da “FETÖ” olarak takibatlara uğradı. Fetullah Gülen, 20 Kasım 2024 tarihinde Amerika’da öldü. Bu olgu, Ak Parti/Erdoğan’a karşı “İhanet”; Türkiye’ye karşı da kör-inanç, samimiyet ve cehaletin birleşmesinden doğan bilançonun/sonucun, ihanetten bin beter kötülüğüdür.
3-NECMETTİN ERBAKAN (“MİLLİ GÖRÜŞ”)
Yirminci yüzyılın başında Mısır kaynaklı “İhvanu’l-Müslimin” hareketinin başlatmış olduğu ve İslam dünyasında etkili olan “İslamcılık” hareketinden etkilenen Necmettin Erbakan ve arkadaşları, 1970’lerin başlarında “Milli Nizam Partisi” ile İslam’ı legal politik düzlemde “Milli Görüş” doktrini ile aktüelleştirmeye çalıştı. Buna 1979’daki İran “İslam Devrimi”nin etkisini de eklemek gerekir. “Ağır Sanayi” ve “Manevi Kalkınma” sloganları ile politik faaliyetlerde bulundu ve hükümetlere ortak oldu. İmam-hatip okullarının sayısını artırmaya çalıştı. Önceki hükumetlerin almış olduğu AB (“Batı Kulübü”)’ye girme kararına ısrarla karşı durdu. Anayasada mevcut olan sert “Laikçilik” politikalarını yumuşatmaya çalıştı. Fiilen dinamik bir hukuk nosyonuna haiz iken; dogmatik-donmuş bir “Şeriat” idealine, -açıktan olmasa da- elinden geldiğince bağlı kalmaya çalıştı. Amerika ve İsrail’in Türkiye’ye dönük politikalarına karşı çıkmaya çalıştı. Kurduğu partiler, mevcut vesayet rejimi tarafından kapatılsa da davasından vazgeçmeden –legal çizgide kalarak- yoluna devam etti.
4-R. TAYYİP ERDOĞAN (“İSLAMCILIK”)
İki binli yılların başında merkez sağın çökmesi ile birlikte R. Tayyip Erdoğan ve arkadaşları, “Gömlek Değiştirerek” Milli Görüş’ten ayrılıp Ak Parti’yi merkez sağı ikame edecek tarzda geniş bir yelpaze ile kurdular. Ak Parti, muhafazakâr bir kalıp ile birlikte, -belli ölçüde- gayri “Türk” içerlemesi ve ekonomik motivasyonların sentezidir. Küreselleşme(Post-modern, Post-Turuth, Trans-Human…) ile birlikte dini ruhun buharlaşması, ekonomik(para) saikini(“arzular şelale”) güçlendirmiştir. Dolaysıyla, “Gömlek Değiştirme”nin asıl motivasyonu: “Biraz da biz ölelim”dir (İnşaat, İstihdam, İhale/Rant). Üretim ekonomisi ile pek “iş”leri olmamıştır. 2010’lara kadar, AB uyum yasları ve “The Cemaat” ile birlikte yol temizliği yapılmış; 15 Temmuz darbe girişiminden sonra da “Tek Adam (Başkanlık))” rejimi tahkim edilmiştir. Oysa yirmi yıl öncesinde sayın Erdoğan, “Başkanlık” sisteminin Amerikalılara ait bir şey olduğu gerekçesi ile eleştirmişti. Böylece ABD’ye vaad edilmiş olunan “Ilımlı İslam” rolünden yavaşça uzaklaşmaya başlandı. Fetullahçı darbe teşebbüsünün arkasında da bu caymayı cezalandırma vardı.
NATO (Batı) içinde olmamıza rağmen, önce “Köprü” pozisyonuna geçilmiş (“Eksen Kayması” tartışmaları); doğuya (Rusya, Türk Dünyası, Çin) da yönelinmiş ve “Gönül Coğrafyası” ile (Ümmetçilik) dostluk ilişkileri geliştirilmiştir. “Arap Baharı”nın kışa dönüşü ile birlikte (Suriye-Mısır politikaları) “Rabia” ruhundan “Tek Devlet, Tek Millet, Tek Vatan, Tek Bayrak”a ricat edilmiştir: “Dimyata pirince giderken; evdeki bulgurdan olma.”
FETÖ olgusu ve iç politikadaki yolsuzluklar, hukuksuzluklar, tarikat kayırmaları, mafyalaşmalar…, geniş kitle tarafından “Dindar/Muhafazakâr-Mukaddesatçı” kimliğin hanesine yazılmış ve dinden soğumalar artmıştır (Deizm, Ateizm, Agnostisizm… tartışmaları).
5-SONUÇ
Düşünsel, kavramsal, kurumsal ve duygusal (vicdani) bir yenilenme (tecdit) olmadan, anakronik, dogmatik, mukallit bir dinsel muhayyile ile en son buraya varılmıştır. Osmanlı’nın siyasal bedenini çökerten teolojik (Sünni-Tasavvufi) muhayyile üzerine düşünmeden, onu sorgulamadan, yenilemeden –rahmetli M. Akif ve N. Topçu bunu yapmaya çalışmıştı-, Cumhuriyete, devrimlere küfretmenin ve dini “geri getirme” çabasının ve laikliğin üzerine yeniden düşünmek gerekiyor. Akif ve Topçu, siyasette din satan, profesyoneller (“İslamcı”) değil; samimi, dürüst, amatör, naif, basit, sıradan şair-düşünür müminlerdi.
Gelenek, alışkanlık, içgüdülerle geliştirilmiş yaşam tarzları, dinsel ve ahlaki düşünme tarzına uzaktır. Köstebekler gibi toprakta/yerde yuva (yerleşke/köy, kasaba, şehir) yaparak/kurarak güvenlik ve konfor arayışına yönelirler. Dağa tırmanma ve kartallar gibi yüksekten uçmayı (anlam arayışı), pek tahayyül edemezler; düşünmezler.
Genetik olarak iki türlü düşünme vardır. Birincisi, meraktan doğan felsefi-bilimsel düşünme (icat çıkarma da buraya bağlıdır); ikincisi, hayret etmekten doğan dinsel ve ahlaki düşünme. Birincisi, eski Yunan’da palazlanmış ve daha sonra (Hristiyan/teolojik parantezden sonra) Batı’da üniversitelerde gelişmiş ve çiçeklenmiştir. Bu düşünme, özel ve kurumsal (eğitim) bir çabayı gerektirmektedir. İkincisi, Doğu Akdeniz’de peygamber/vahiyle başlamış, daha sonra dogmatik teolojilere evrilmiştir.
Birinci düşünme tarzı “Bu nedir?” ve “Bu (olay-olgu) nasıl oluyor?” sorularını sorup cevaplarını arar. İkinci düşünme tarzı ise: “Ben ve bu (nesne/şey) niçin yok değil de, var(ım)?” ve “Bu (olay-olgu), niçin başka türlü değil de, böyle oluyor?” sorularını sorar. Bu ikinci soruları, tek bir soruya indirgemek de mümkündür: “Bu değirmenin (Güneş sistemi, ekosistem ve insanın kendisi) suyu nereden geliyor?” İnsanlar, bu ikinci soruyu sormadan da yaşayabilirler: “Üzümü ye, bağını sorma.” Gelenek, alışkanlık, içgüdülerle geliştirilmiş yaşam tarzları, ikinci düşünme tarzına uzaktır. Köstebekler gibi toprakta/yerde yuva (yerleşke/köy, kasaba, şehir) yaparak/kurarak güvenlik ve konfor arayışına yönelirler. Dağa tırmanma (“Dağ deneyimi”) ve kartallar gibi yüksekten uçmayı (anlam arayışı), pek tahayyül edemezler; düşünmezler. Herakleitos, bu geniş halk yığınlarını köpeklere (“Çünkü onlar, tanımadıkları insanlara ürerler”) ve eşeklere benzetir (“Çünkü saman sarısı ile altını ayıramazlar”) (Martin Heidegger, Düşüncenin Çağırdığı, Çev: Ahmet Aydoğan, İst., 2008, s. 39). Kur’an ise bunları: “Aslandan ürkmüş eşeklere” (74/50-51) ve “elbise giydirilmiş kütükler”e benzetir: “Onları gördüğünde, kalıpları hoşuna gider; konuştuklarında da dinletirler; fakat onlar, sanki (aslında) elbise giydirilmiş kereste gibidirler” (63/4). “Üzümü ye, bağını sorma” modunda yaşayan nankör (kâfir) tabiatlı insanları Kur’an, genel olarak hayvanlara benzetir; “hatta daha aşağılıktırlar” (7/179, 25/44, 47/12…).
Mu’tezilî düşünür Kadı Abdülcebbar, “İnsanın ilk ahlaki sorumluluğu, kendini nimetlendiren/ona hayat ve menfaat temin eden Allah’a şükretmektir” dedikten sonra; bunun gerçekleşmesi için de, bundan önce, onu tanıması, ilk ahlaki sorumluluktur der ve bunun gerçekleşmesi için de, daha da ilk sorumluluğun/zorunluluğun (vücubiyet) düşünmek (nazar) olduğunu vurgular. (Kadı Abdülcebbar, Şerhu Usuli’l-Hamse, Kahire, 1988, s. 76-77). Kur’an’da vuku bulan bu düşünme tarzına, ben “Şükreden Düşünme” diyorum. (İlhami Güler, Şükreden Düşünme ve Küfreden Düşünme, Ank., 2019). Bu düşünme tarzını Heidegger, kendince şöyle tanımlıyor: “Kökensel ‘der Gedanc’ hafıza/zikir ve şükür sözcüklerinde bizi çağıran alana daha yakından kulak vermeliyiz. Bizi her yerde, her zaman düşünmeye sevk eden, en ziyade düşünce uyandırandır. Onun bize bahşettiği bağışa en ziyade düşünce uyandıranı düşünerek mazhar oluruz. Böyle yaparak, en çok düşünce uyandıranı düşünür durumda kalırız; onu hatırlarız. Böylelikle özümüzün bağışı, yani düşünme için şükür borçlu olduğumuzu, düşünceyle hatırlarız. En çok düşünce uyandıranı düşündüğümüz için şükrederiz… Böyle bir şükür, (basit bir-İG) ‘tazmin’ değildir; armağan tarzında bir karşılık vermedir. Ve ancak bu karşılık vermeyle biz, asli manada düşünceye sevk edenin asli doğası içinde ne ise o olarak kalmasına izin veririz” (Heidegger, a.g.e., 68). “İlk konuşma/düşünme anlamında zikir, bir o kadar da sadakat demektir. Bu sözcük (der Gadenc), dindarlığın özel anlamına sahiptir ve ibadetin sadakatine işaret eder. Bunun tek sebebi, onun kutsal ve lütufkâr olanın (Tanrı?-İG) üzerine her şeyi kuşatıcı yoğunlaşma rabıtası ifade etmesidir. Der Gadenc, sadakat olarak hüküm süren hafızaya (hatırlama/zikir) açılır… Çünkü şükrederken düşünen kalp, toplanmış ve yoğunlaşmış olduğu yeri hatırlar. Çünkü onun ait olduğu yer, orasıdır. Hafızada geriye doğru (verilmiş olanı, varlığı, kendini vereni-İG) düşünerek hatırlayan bu düşünme, kökensel/asli teşekkürdür” (Heidegger, a.g.e., 67).
Heidegger, Sokrat öncesi Yunan düşünürlerinde varlığın gizlilikten sıyrılması-açığa çıkması (aletheia ve physis, poesis) ve açıkta toplanmış olarak sükûn etmesi (Logos) olarak hayret halinde bir düşünmenin var olduğunu; okul filozofları (Platon-Aristo) ile birlikte bunun (Logos) “Mantık”a (Logic) dönüştüğünü ileri sürer: “Mantığın gelişimi ne zaman başlamıştır? Grek felsefesi sona doğru yaklaştığında ve okullar, örgütlenme ve tekniğe (uzmanlık) ait bir iş haline geldiğinde başlamıştır. Var olanın varlığı ‘idealar’ (Platon) olarak tasarlanıp ve bu haliyle ‘episteme’nin objesi haline getirildiği zaman başlamıştır. Mantık, Platon ve Aristotales okullarının (Akademia-Lise) müfredatında ortaya çıkmıştır. Mantık, (gerçek) filozofların (düşünür) değil; okul öğretmenlerinin bir icadıdır” (Heidegger, a.g.e., 26). “Mantık, düşüncenin biçimsel yapısı ve kurallarının bir açıklaması olarak Varlık ve düşünme arasındaki ayrım gerçekleştikten ve hatta ‘belli bir tarzda ve belli bir yönde’ (vurgu bana ait-İG) gerçekleştirildikten sonra ortaya çıkabildi. Dolayısıyla mantığın kendisi ve onun tarihi, asla Varlık ve Düşünme arasındaki bu ayrımın özü ve kökeni üzerine yeterli ışık tutmaz. Mantığın kendisi, kökeni ve buyurgan yorum sunma iddiası bakımından bir açıklamaya (eleştiriye-İG) ve temele muhtaç durumdadır… Hegel’in bilinçli bir şekilde o zamana kadar ‘Metafizik’ diye bilinen disipline ‘Mantık’ adını vermesi, mantığın bu baskın konumu ile uyum içindedir. Onun Mantık Bilimi adlı eserinin, Mantık üzerine bilinen ders kitapları ile hiçbir ortak yanı yoktur.
Düşünme, Latincede ‘Intelligere’dir. O, Intellectus’un (zihin, müdrike, anlık) işidir. Eğer biz, intellektualismus (spekülatif-mantıki akıl yürütme) ile mücadele etmek istiyorsak, hasmımızı bilmemiz gerekir. Intellektualismus’un oluşumunun, uzun zaman alan bir gelişmenin, yani Batı metafiziğinin katkısıyla düşüncenin ele geçirdiği öncelikli konumun gücünü yitirmiş modern bir çocuğu olduğunu bilmemiz gerekir. Günümüz intellektualismus’unun, sağlıksız tümörleşmesine neşter vurmamız gerekir” (Heidegger, a.g.e., 27-28). Heidegger, bu süreci “Maneviyat”ın yanlış yorumlanması olarak niteler. Başlıca çıktıları şunlardır: 1- Ruh’un (Geist) zekâya (intelligenz) indirgenmesidir. Zekâ, mevcut şeylerin mümkün değişimlerinin ve tamamlayıcı yeni imalatlarının incelenmesi ve hesaplanması üstünde durarak düşünülmesinde sırf zekâsaldır. 2- Zekâ olarak tahrif edilmiş ruh, -bununla birlikte- ele geçirilmesi öğretilebilir ve öğrenilebilir hale gelen başka kullanımlık aletin hizmetinde bir kullanımlık aletin rolüne iner. 3- Ruh’un, bu “kullanımlık alet/araç” olarak yanlış yorumlanması başlar başlamaz, Manevi/Ruhsal vuku bulmanın güçleri (tezahürleri-İG) olan şiir, güzel sanatlar, devlet, din, bilinçli bakım ve planlamanın (zekâ) çemberine girer. 4- Bu çember içinde “Kültür”, şatafat ve ihtişam parçalarına dönüşür. Amerikan Kapitalizmi ve -aynı metafiziğe bağlı- Rus Komünizmi, bunun örnekleridir (Heidegger, Metafiziğe Giriş, Çev. Mesut Keskin, Berlin, 2011, s. 56 vd.). Heidegger’in, kendince “Akşam Diyarı”nın (Avrupa) ortasındaki “Gönderilmiş Halk” ve “Akşam Diyarının Kısmeti” olarak görmek istediği Almanlarda tezahür etmeye başladığına inandığı/sandığı “Ruh”, Nasyonal Sosyalist Partisi’nde “Faşizm” olarak tecelli etti. Şimdilerde Çin de aynı “Zekâ” çemberine girdi. Heidegger, Batı sayesinde pozitivizmin son aşaması olan ve tüm dünyanın artık “Çatısı/Çerçevesi (Ge-stell)” olan “Teknolojik (şimdilerde Dijital-İG) Düşünme”yi, “insan”lığın sonu olarak görür. Modern teknolojinin özü, yeni bir açığa çıkarma ve varlığa getirme tarzı olarak, yeni bir “metafizik”tir (Heidegger, Teknik ve Dönüş-Özdeşlik ve Ayrım, Çev. Necati Aça, Ank., 2015, s. 2021) Onun meşhur: “Bilim, düşünmez; sadece hesap eder (calculation)” ve “İnsanlığın bugün karşı karşıya olduğu en büyük tehlike, düşünemiyor olduğunu düşünememesidir” mottoları bunu ifade eder.
Mantığın “Metafizik”i kurması ile felsefe Platon, Aristo, Orta Çağ teologları, Descartes, Spinoza, Hegel’de “Onto-Teoloji”, yani “Ontoloji (Huzur Metafiziği-Ontolojik Emperyalizm)” olarak gerçekleşti. Daha sonra da Nietzsche gelerek, bu ortama sonradan tutturulan Hristiyanlığın Tanrı imgesinin “öldüğünü” ilan etti. Böylece, şükreden ahlaki bir düşünme ile bir “Ahlaklı (Rahman-Rahim)”ve kişilikli (Hayy-Kayyum) Tanrı’nın ahlaklı keşfi (iman) gerçekleşemedi. Heidegger’in, ilgi (sorge) etiği olarak “Varlık”a yönelmesi, Levinas’ın ve Derrida’nın da “onto-teoloji” şikâyetleri ve ahlaka yönelmeleri, bu durumun bir semptomudur.
İslam dünyasına gelecek olursak, Kur’an, Mekke’nin -Velit b. Muğire’de kristalleşen (74/18-25)- “hesabi (zekâ-ticaret)” düşünme ortamında “hasbi” ve “muhasibi” bir düşünme (tefekkür, taakkul, tezekkür, tafakkuh, tedebbür, taabbur, nazar, rey, basiret, dinleme…) yaratmaya çalıştı. İslam dini olan iman ve amel, itaat ve teslimiyet, böylesine tetikte ve teyakkuzda bir düşünme olan “Takva” ruhu ile oluşacaktı. Aradan fazla zaman geçmeden oluşan İslami ilimler, Kur’an’da beş duyu, mantık/nedensellik, ahlaki duygulanım ve bütüncül kavrayıştan (ilham) oluşan “Su” veya “İnci” benzeri düşünmeyi parçalayarak (H20) kendi yollarını (usul) kurdular. Daha sonra oluşan ekol ve mezhepler ise dogmatizmi, taklidi, kör-inancı, düşünmemeyi “din” haline getirdiler. “Esmau’l-Hüsnası” (örneğin: Rahman, Rahim, Hayyu’l-Kayyum…) ile bize kendini ahlak ile kayıt altına almış (Sünnetullah) Adil Allah’ı “Kadir-i mutlak, Mürid-i mutlak, Âlim-i mutlak” güç yumağı haline getirerek Mümin/Müslimleri karınca-koyun sürüsüne çevirdiler.
Türkiye’ye gelecek olursak, halkımız, Maslov’un “İhtiyaçlar Piramidi”nde hayvanlarla paylaştığımız fizyoloji, güvenlik ve aidiyet basamağında duruyor. Son iki basamak olan “saygınlık” ve “kendini gerçekleştirme” merdivenlerinden fersah fersah uzakta bulunuyor. Genellikle birbirine karşı kurnazlık, tuzak, kumpas, pusu kurma, dolap çevirme, fırsatçılık… şeklinde hayvansı “Kötü Düşünme” içinde bulunuyor.
Kur’an’ın ortaya koyduğu ve insanının gerçekleştirme kapasitesini haiz olduğu hasbi ve muhasibi düşünme -eğer istenirse- marangozluk gibi, el sanatları gibi öğretilebilir bir düşünmedir. Türkçede kullandığımız: “Çok düşünceli birisi” deyimi ince, nazik, vicdanlı, insaflı, ahlaklı anlamlarında, bu düşünmeyi öğrenmenin mümkün olduğunun kanıtıdır. Bunu, ailede ve örgün-yaygın eğitim kurumlarında gerektiği gibi öğrenmeye ve öğretmeye yeltenmediğimiz sürece, “hayvan oğlu/kızı hayvan” olarak kalacağız.
Arapça “Akıl” kavramı, Yunanca ’da “Logos” yani düzen ve söz/konuşma kavramı ile ifade edilmişken; Latincede “Ratio” yani oran, orantı, tartma kavramı ile ifade edilmiştir. Logos, Arapçaya “Nutk/Mantık” olarak çevrilmiştir. “Logic”, Yunan’da doğru düşünmenin bilimi olarak teşekkül etmiştir. Arapçası da “Mantık” olmuştur. Yunanlılar, varlığı tanımaya çalışmışlardır. Yani “Bu, nedir?” ve “Bu (olay-olgu) nasıl oluyor?” sorularının cevabını, nedensellik ve mantığın özdeşlik, çelişmezlik, üçüncü halin imkânsızlığı ilkelerine göre, “Felsefe” ve “Science (Bilim) disiplinlerine göre aramışlardır. Bu faaliyet, meraktan doğmuştur (Arşimed ve Newton hatırlansın). Arapça “Akıl” kavramının türetildiği “A-K-L” fiil kökü rapt, zapt, fark, keff (çekinme/geri durma), bağlama ve cem anlamlarına gelir. Ağırlık noktası “varlık” değil; “hayat”tır ve ahlakidir. Kur’an’da “Taakkul”, ahlaki doğruyu/hakikati bulma faaliyeti olarak tefekkür, tezekkür, tafakkuh, tedebbür, teemmül, taabbur, ilim, hikmet… ile aynı anlamda kullanılır. Akıl sahibi olmak, aklı kullanmak, ahlaki sorumluluğun temelidir. “Allah, aklını kullanmayanları, pislik içinde bırakır.” (10/100). Aklı olmayanın dini sorumluluğu olmaz. Bu tarz düşünmenin sorduğu sorular: “Bu değirmenin (Güneş Sistemi, Eko-sistem ve İnsanın kendi mükemmelliği) suyu nereden geliyor?”, “Bu (şey/nesne), niçin yok değil de; var?” ve “Bu (olay-olgu), niçin başka türlü değil de; böyle oluyor?” sorularıdır. Bu sorular, “merak” etmekten değil; “hayret” etmekten doğar. Yani ahlaki sorulardır. Bu düşünmede “Akıl” beş-duyu, nedensellik/mantık, ahlaki duygulanım ve bütüncül idrâk olan sezgi/ilhamın birliği/bütünlüğüdür. Bu bütünlüğün parçalanması, İslami disiplinlerde yanlış yorumlara sebebiyet vermiştir.
Ayet, işaret demektir. Kur’an’da iki çeşit ayet vardır: 1- Tekvini ayet, 2- Teklifi ayet. Tekvini ayet Güneş sistemi, Eko-sistemde bulunan her şey ve insanın kendisidir. Bunların tümü, Allah’ın “var” olduğuna; onun “Esmau’l-Hüsna” sı olan isimlerinin/fiillerinin yani ahlaki karakterinin “ürünüdürler (mahluk)”. Bazı sapkınların ifade ettiği gibi, O’nun varlığının “tecellisi/tezahürü” değillerdir (Vahdet-i Vücut). İnsan, tekvini ayetleri düşünerek de iman edebilir; teklifi ayetleri okuyarak-dinleyerek de iman edebilir. Tekvini ayetler, merak edilerek “Bilim” yolu ile keşfedilebilir. Bu keşifler, müstağni ve mütekebbir (şeytansı) olmayan insanların imanını artırabilir. Ancak, naiv/saf bir “Ontoloji” veya halk “Epistemolojisi” ile de kolayca iman edilebilir. Kur’an’daki kozmoloji, “ontolojik” değil; ahlakidir. Kur’an ayetleri, Allah’ın evreni, eko-sitemi, insanı, tarihi ve 610-632 arasında olup-biteni yorumlaması, te’vil etmesi, yani aslına/hakikate bağlamasıdır. Akıl-Nakil (haber-vahiy/sem’) aynıdır Kur’an ayetleri, yukarda tanımladığımız duyu verileri, mantık/nedensellik, ahlaki duygulanım ve âni kavrayış/idrâk olan ilhamın bütüncül aklın ürünüdür ve ona hitap eder. İnsandaki merkezinin isimleri de “Kalb-i selim”, “Fuad” ve “Lübb”dür. Kur’an, sadece gökten nazil olmamış; aynı zamanda yerden bitmiştir: Diyaloji. Yukarı, aşağıyı dinlemiş (Kad semiallahu…); aşağı, yukarıyı dinlemiştir. “Ayet”, pür anlam iken; Ulema, “Nass” kavramını icat ederek, cümleleri mutlak dogmaya dönüştürmüştür (“Mevrid-i Nass’da içtihada mesağ yoktur=Nassın olduğu yerde düşünme/karar/hüküm yoktur.”). Allah, hükümlerini değiştirerek (nesh) sürekli tecdit etmiş iken (2/106, 16/101, 13/38); ulema, sorumluluktan kaçarak buna yeltenememiştir.
Kur’an’da Ahlak, iki yönlüdür. Birincisi, Allah’ın hakları (Hukukullah)dır. Bu da, ona iman etmek, emirlerine itaat etmek, hamd etmek, şükretmek, dua etmek, onu takdis etmek ve rızasını talep etmek ve hatırını saymaktır. İkincisi ise, İnsana yöneliktir (Hududullah). Bu da, insanın hakları (Hakku’l-İbad) ve sorumluluklarıdır. İnsanlara karşı adalet ve merhametle muamele etmektir. Ona karşı hoyrat, zalim ve gâsıp olmamaktır. Din, ahlak demektir. Kör-inanç ve anlamsız (“Tabbudî”)/alışkanlık olmuş ritüel (ibadet-i mersume) değil. Şeriat iman, ibadet, ahlak, hukuk, iktisat ve siyasetin toplamıdır. Sebilullah, sırât-ı müstakim, sıbğatullah, hablullah ve hizbullah demektir. Ahlaklı olmak, “muttaki” olmaktır. Yani sürekli tetikte, teyakkuzda olmak ve kül yutmamaktır. Vicdanı diri olmaktır, düşünceli olmaktır.
Zatı, mahiyeti, künhü, kendisi, bize “Ğayb” olsa da; var olduğunun delilleri, kalbimizde (enfüs) ve dışarıda/doğada mevcuttur. (41/53). “Esmau’l-Hüsna=Güzel/İyi isim ve sıfatlar”ını lütf edip bize kendini tanıtmıştır. Karakteri bellidir. İnsanlara ne yapabileceği ve ne yapmayacağı, Kur’an’dan öğrenilebilir. Teolojiler, O’nu “gereği gibi takdir edememişlerdir.” (6/91). Mutezile ekolü, onu “Adalet” sıfatı ile tenzih ederken; Maturidi ekol, “Hikmet” sıfatı ile tenzihe çalışmıştır. Eş’arilik ise, onu, “Kadir-i mutlak, Mürid-i mutlak (Mutlak irade) ve Âlim-i mutlak” sıfatları ile tenzih etmeye çalışmıştır. Bu da, “Allah’a iftira atanlardan daha zalim kim olabilir?” (29/68) ihtarına maruz kalabilecek “Kadercilik” anlayışını doğurmuştur. Bu cürüm, onu tazim/takdis/tenzih etme sanısı/cehaleti ile işlenmiştir. Oysa Allah ile insan arasındaki ahlaki ilişkiyi ifade eden doğru kavram “Sünnetullah” gereği, Allah’ın iradesi, insanın iradesine bağlanmıştır. İlk adımı, insan atar; Allah, ona karşı misillemede bulunur: “Siz dönerseniz; biz de döneriz.” (17/8). “Kim, Allah’a yardım ederse; Allah da, ona yardım eder.” (47/7). Halkımız, bu gerçeği, ferasetle: “Kör, Allah’a nasıl bakarsa; Allah da, köre öyle bakar” şeklinde dile getirmiştir. Ateizm ve Nihilizm, insanları onulmaz bir “can sıkıntısı” içinde bırakır. “Kalpler, ancak Allah’ı anmak ile huzur bulur.” (13/28).
Ahiret, insanın dünyada yaşarken ahlaki bağlamda “Denenme” sinin ahlaki ve hukuki bir sonucudur. “Ne ekersen, onu biçersin”. “Ne verirsen, elinle; o gelir, seninle”. “Kim, zerre miktarı iyilik yaparsa, karşılığını görür; kim de, zerre miktarı kötülük yaparsa, karşılığını görür.” (99/7-8). “İnsan için, yaptığı ahlaki iyi veya kötü davranışlarının dışında başka bir şey yoktur.” (53/39). “O gün ne mal-mülk, ne de çoluk-çocuk fayda verir; o gün, ancak kalb-i selim iş görür.” (26/88). Alman ahlak filozofu İ. Kant’da aynı kanaate varmıştır. Tanrı varsa, Ahiret’in olmaması abestir. Deistler, böyle bir saçmalık içindedirler. Yaşarken insan “Korku ve Umut (Havfen ve Tamaen-13/12, Rağaben ve Raheben-31/90) içinde olmak gerekir. Umut, cennet mükâfatını; korku, cehennem azabını ifade eder. Ne Allah’ın rahmetine aşırı güvenerek günaha dalmak doğrudur; ne de, onun gazabından korkarak, ondan umut kesmek doğrudur. Ahiret, Kur’an’da, o günün Bedevi Arap muhataplarına aynı zamanda “Ticari/Ekonomik” bir dil ile de anlatılmıştır. Mekke’nin ticari kavramları, olduğu gibi (ticaret, alış-veriş, kazanç, kâr-zarar, rehin, hesap-kitap…) Ahirete aktarılmıştır. Bunda, ahlaken bir sakınca yoktur. Muhatabın anlayacağı dilden konuşmak, onları, kötülüklerden uzaklaştırmak için yaralı olabilir.