42,5191$% 0.04
49,5894€% -0.02
56,8225£% 0.08
5.791,20%0,68
9.496,00%-0,08
19 Ekim 2025 Pazar
Neden bazı ülkelerde enflasyon %2-3’lerin üzerine, hele iki haneli rakamlara hiç çıkmazken, Türkiye’de ve bazı ülkelerde iki haneli rakamlardan aşağıya hiç inmiyor; hatta bazen üç haneli rakamlar düzeyinde seyrediyor?
Sürekli yüksek enflasyonla yaşayan Türkiye gibi ülkelerle, enflasyon oranları çok düşük seyreden, hatta bazı yıllarda eksi enflasyon veren ülkeleri birbirinden ayıran ortak özellikler nelerdir?
Burada öncelikle odaklanılması gereken temel nokta, enflasyonun; klasik tanımındaki gibi sadece “mal ve hizmetlerin genel fiyat düzeyinin sürekli artması sonucu, paranın satın alma gücünün azalması” şeklinde ifade edilecek kadar basit ve yüzeysel bir olgu olmadığı gerçeğidir.
Enflasyona yol açan temel sebebin ne olduğu sorusunu sorduğumuzda, verilecek cevap; “toplumda mal ve hizmetlere yönelik toplam talebin üretim kapasitesini aşması, yani para arzının piyasaya arzedilen mal ve hizmet miktarına göre daha hızlı artmasıdır.” Daha özlü bir anlatımla “piyasaya sunulan mal ve hizmet üretiminin, mal ve hizmete yönelik satınalma talebinden daha az olmasıdır. İki kelime ile söylemek istersek “üretim yetersizliğidir.”
Ancak, bu cevap her şeyi anlatıyor mu?
Hayır.
Önce 2024 yılı verilerine göre, dünyada ekonomileri sorunlu ve enflasyon oranları en yüksek 10 ülke ile; ekonomileri dengeli ve enflasyon oranları en düşük 10 ülkeyi ortaya koyalım:
Enflasyonu en yüksek 10 ülke:
Venezuela %254,9, Sudan %138,8, Zimbabwe %104,7, Güney Sudan %91,4, Türkiye %58,5, İran %31,7, Sierra Leone %28,6, Angola %28,2, Mısır %23,4, Surinam %16,2.
Enflasyonu en düşük 10 gelişmiş ülke:
İsviçre %1,4, Finlandiya %1,7, İtalya %1,9, Fransa %2,0, Danimarka %2,1, Hollanda %2,3, İsveç %2,4, Avusturya %2,5, Almanya %2,6, Japonya %2,6.
Enflasyonun neden yüksek veya düşük seyrettiğini, genellikle ekonominin temel kanunları ve prensipleri çerçevesinde; arz ve talep dengesi, para arzı, mali disiplin, dış ticaret dengesi, üretim kapasitesi gibi ekonomik unsurlarla ve döngülerle analiz ederiz. Ancak bu açıklama, enflasyon olgusunun hemen altında yatan temel ekonomik dinamikleri ve piyasaya fiyat artışlarıyla yansıyan kısa süreli işleyiş süreçlerini ortaya koyuyor.
Bu bağlamda enflasyon, aslında çok katmanlı ve karmaşık toplumsal, siyasal idari ve sosyo-kültürel dinamiklerin ve yapısal yetmezliklerin doğal sonucu olarak ekonomik hayatta ve piyasaların işleyişinde ortaya çıkan ve kendini gösteren bir olgudur. Toplumun piyasalarda hissettiği enflasyon, sorunun yalnızca dışa yansıyan ekonomik yüzeyini gösterir. Asıl farkı oluşturan, her ülkenin toplumsal kültürü, kurumsal düzeni, siyasal yapısı, üretim zihniyeti, çalışma disiplini, hukuk sistemi, ahlaki normları ve yönetişim kalitesi gibi daha derin yapısal nitelikteki karakteristiklerle ilgilidir.
Bu nedenle iki gurup ülke arasındaki farkı açıklarken, yalnızca ekonomik değişkenleri değil; şu tür parametreleri de göz önünde bulundurmak gerekir:
-Toplumsal yapı ve kültürel değerler,
-Siyasal rejimlerin niteliği ve otorite düzeni,
-Demokrasinin işleyişi ve hesap verebilirlik düzeyi,
-Hukuk düzeninin gücü ve yasaların herkese eşit uygulanıp uygulanmadığı,
-Liyakat, ehliyet ve uzmanlığa verilen önem,
-Doğruluk, şeffaflık ve gerçeklikle kurulan ilişki,
-Çalışma disiplini ve üretim kültürü,
-Bilimsel ve teknolojik gelişmişlik düzeyi,
-Kurallara ve ortak normlara bağlılık,
-İllegal örgütlerin, mafya veya yolsuzluk ağlarının varlığı ya da yokluğu.
Tüm bu faktörler, bir ülkenin ekonomik yapısı üzerinde doğrudan veya dolaylı biçimde belirleyici etkiye sahiptir. Dolayısıyla, enflasyon oranları ile bu parametreler arasında anlamlı bir ilişki vardır.
Şimdi buna göre, Türkiyenin de içlerinde bulunduğu iki gurup ülkenin özelliklerini ortaya koyalım:
1. Enflasyonun Yüksek Olduğu Ülkelerin Ortak Yapısal Özellikleri:
-Kısa vadeli çıkar ve günü kurtarma kültürü,
-Kurumsal güvensizlik ve “devletle ihtiyatlı ve mesafeli yaşama” alışkanlığı,
-Rasyonel hesap yerine, sezgisel ve duygusal karar alışkanlığı,
-Kolektif hafızada krizlerin sürekliliği,
-Otoriter ve kişiselliğe dayalı yönetim kültürü,
-Emek, üretime saygı ve liyakat yerine; sadakat, kayırmacılık ve bağlantı kültürü,
-Gerçekle yüzleşmekten kaçınma ve kozmetik istikrar,
-Kolektif kazanç ve kamu yararı yerine, bireysel çıkar önceliği,
-Belirsizlik ortamında yaşama ve “edinilmiş çaresizlik” psikolojisi,
-Kadercilik ve rasyonel irade eksikliği.
2. Enflasyonun Düşük Olduğu Ülkelerin Ortak Yapısal Özellikleri:
-Uzun vadeli düşünme, stratejik bakış açısı ve geleceği planlama kültürü,
-Güvene dayalı devlet–vatandaş ilişkisi
-Eğitime önem, bilimsel duyarlılık ve rasyonel düşünme geleneği,
-Toplumsal bilinçte yerleşik istikrar hafızası,
-Kurallara bağlılık ve kurumsallaşmış yönetim,
-Ehliyet ve liyakati takdir, üretim ve emeğe saygı,
-Gerçekle yüzleşme ve hatadan öğrenme kültürü,
-Toplumsal dayanışma ve kollektif sorumluluk bilinci,
-Belirsizliğe düşük tolerans, bilimsel ve rasyonel bakış açısı.
Enflasyonun düzeyi ile bir ülkenin siyasal, toplumsal, kültürel ve kurumsal kalitesi ve toplumun değerler sistemi arasında doğrudan ve güçlü bir korelasyon vardır:
-Yüksek enflasyon, zayıf kurumların, keyfî yönetimin, düşük güven düzeyinin, bozuk ahlaki-ekonomik kültürün, disiplinden uzak çalışma düzeninin, kısa vadeli bakış açısının, öngörülebilirlikten uzak ve verimsiz üretim yapısının dışa vurumudur. Sözü edilen olumsuz unsurlar bir araya geldiğinde enflasyon kaçınılmaz hale gelir ve kalıcılaşır.
-Düşük enflasyon ise, güçlü hukuk, güvenilir kurumlar, liyakat, disiplin, doğruluk, şeffaflık ve üretken kültürün ekonomik tezahürüdür. Bu ülkelerde enflasyon düşüktür; çünkü toplumun genel yapısı, değerler sistemi ve yönetişim kalitesi istikrar üretir.
Peki, kalıcı enflasyonun “evrensel desenini” nerelerde görebiliriz?
Enflasyonu en yüksek ülkeler arasından Türkiye, Arjantin ve Mısır, farklı coğrafi ve kültürel birikimlere sahip olsalar da; yüksek enflasyonu son 50 yıl içinde kronikleştiren ortak yapısal mekanizmalara ve bunun tipik tezahürlerine sahip dikkat çekici örneklerdir.
Son yarım yüzyılın tecrübesi, bu üç ülkenin yaşadıkları enflasyon serüveni üzerinden şunu açıkça göstermiştir: Yüksek enflasyon bir para politikası sorunu değil, devlet kapasitesi ve “toplumsal ahlak krizinin” yansımasıdır. Bu ülkelerde enflasyon, yalnızca fiyatların yükselmesi değil; hukukun, kurumların, liyakatın, şeffaflığın ve toplumsal güvenin zayıflamasının görünür tezahürüdür.
Aralarında derece farkları olsa da, her üç ülkede de süreç benzer döngüleri izlemiştir: Siyasal istikrarsızlık popülizmi doğurur; popülizm mali disiplini bozar. Kamu kaynaklarının keyfî kullanımı, yolsuzluk ve kayırmacılık kurumları aşındırır. Kurumların çökmesiyle hukuk, liyakat ve hesap verebilirlik kaybolur. Toplum, “kurallara uyan kaybeder” refleksiyle kısa vadeli çözümlere, fırsatçılığa, spekülasyona ve rant kaynaklarına yönelir. Kollektif bir nitelik kazanan bu davranış kültürü ise fiyatlara, üretime ve tasarrufa yansır.
Sonuçta ekonomi, kurumsal ve işlevsel yönden bir tıkanma ve çözülme sürecine girer. Bu döngü, Türkiye’de “kurumsal erozyon ve popülist pragmatizmin,” Arjantin’de “refah yanılsamasına dayalı toplumsal bağımlılık kültürünün,” Mısır’da ise “merkeziyetçi otoriterliğin ve üretimsiz devlet bağımlılığının” sistemleşmesi biçiminde kendisini göstermiştir.
Enflasyon oranı, bir ülkenin parasını olduğu kadar, toplumsal karakterini de yansıtır.
Altın da, banknot para da, sayısal değerler de özü itibarıyla tek bir şeyin ölçüsüdür: insanın doğruluğunun…
Bir toplumda eğer haksızlık ve adaletsizlik yaygınlaşmışsa, liyakat ilkesi yerini sadakat ve yamanmacılığa bırakmışsa, dürüstlük cezalandırılıp kurnazlık ve fırsatçılık ödüllendiriliyorsa, o ülkenin parası da mutlaka değerini kaybeder.
Kalıcı “dezenflasyon” ise, yalnızca fiyatları değil; kuralları, kurumları ve toplumsal değerleri yeniden inşa etmek ve istikrara kavuşturmakla mümkündür.
Bundan üç gün önce medyaya yansıyan bir haber:
“iPhone 17 serisi telefonların tüm dünya ile eşzamanlı olarak satışa sunulması üzerine, Türkiye’deki mağazalarda uzun kuyruklar oluştu. En ucuz modeli 78 bin, en pahalı modeli 120 bin TL olan iPhone 17’yi alabilmek için vatandaşların adeta birbirleriyle yarıştıkları görüldü.”
Apple’ın yeni lokomotif ürünü iPhone 17 “Pro’ya yönelik küresel talep, ülkeler arasındaki gelir ve satınalma gücü farklılıklarını ortaya koyabilecek karakteristikte veriler sunuyor. Bu bağlamda 2025 yılı “iPhone Erişilebilirlik Endeksi”ne göre Türkiye, cihazı satın almak için gereken iş günü sayısında dünyada dördüncü sırada yer aldı. Listede 33 ülke arasında Hindistan 160 gün ile ilk sırada, Filipinler 101 gün ile ikinci sırada bulunurken, Vietnam 99 gün ile 3’üncü sırada, Türkiye 89 gün ile dördüncü sırada geldi.”
2020’lerin başında, Türkiye “cep telefonu fiyat pahalılığı ve satın alınabilme zorluğu listesinin” ilk sırasında yer alıyordu. Bu defa 4’üncülüğe düşmesinde, son 3-4 yıldır Dolar kurunun baskı altına alınması ve düşük tutulmasının birinci derecede rolünün olduğunu vurgulamak gerekir.
Küreselleşmenin en belirgin özelliği, dünyada ticaretin, sermayenin, bilgi ve teknolojinin sınır tanımadan dolaşması ve ülke ekonomilerinin birbirlerine eklemlenmesi iken; Türkiye’nin de içinde olduğu bazı ülkeler (Brezilya, Filipinler, Arjantin vb) tam tersine dış ticareti zorlaştıran; özellikle teknoloji ürünlerine ağır vergilerle, kotalarla, kısıtlamalarla erişim zorluğu getiren ekonomi politikaları izliyor. Erişimin kısıtlanması özellikle otomobil, elektronik eşya ve cep telefonu gibi kullanım yaygınlığı olan ürünlerde kendisini gösteriyor.
Bu durumda ortaya çıkan tablo, bir anlamda “ekonomik demir perde”dir. Çünkü, bir ülkenin tüketicileriyle dış dünya arasına; tıpkı bir perde gibi, fiyat farklarıyla ve erişim engelleriyle örülmüş, görünmez ama etkili bir sınır girmiş oluyor. Böyle bir perdenin arkasında yaşayan ülkeler, doğal olarak dünyada ucuz ve kolay ulaşılabilen ürünlere çok daha pahalıya erişiyorlar. Böylelikle teknolojiyi geç öğrenmek, rekabeti hissedememek ve kısıtlı bir ekonomik çevrede varlıklarını sürdürmek durumunda kalıyorlar.
Bir ülke, dış ticarete, özellikle belli sanayi ürünlerinin ithaline; neden vergiler, yasaklar, kotalar, bürokratik engeller, sübvansiyonlar ve döviz kontrolleri yoluyla kısıtlamalar ve engeller getirir?
Bunun bir kaç rasyonel amacı olabilir?:
-Özellikle genç, henüz olgunlaşmamış (“infant industries”) sektörlerde, yerli üreticileri yabancı rekabetten koruyarak ayakta kalabilmelerini sağlamak.
-Gıda, savunma, enerji, bilişim gibi stratejik sektörlerde girişimcilere büyüme ve gelişme fırsatı ve altyapı imkânları sunmak,
-Dış ticaret üzerindeki engelleri, diğer ülkelerle bir müzakere unsuru ve pazarlık kozu olarak kullanmak.
Ekonomi teorisinin ve evrensel pratiklerin gereği, gelişme potansiyeli ve dinamizmi olan bir ülkede, uzun süre uygulanan bu tür korumacı politikaların o alanlarda teknolojik ilerlemeyi sağlama ve milli sanayii geliştirme yönünde sonuç vermemesi halinde; yapılanlar, korumacılığın yanlış tasarlandığını, kötü uygulandığını veya amacından saptırıldığını gösterir.
Bu durumda ne olur?:
Çıkarılan engellere rağmen, yerli üretim gelişmezse veya çok düşük nitelikte üretim yapılırsa, piyasada “kaliteli ürün arzı açığı” oluşur. Halk daha pahalı ve genellikle daha kalitesiz malları tüketmek zorunda kalır. Her şeye rağmen yerli üretim yapılmazsa, ithal mallar yüksek vergiler nedeniyle çok pahalıya satın alınır. Tüketici fakirleşir. Koruma kalkanı olduğu sürece girişimciler risk almaya, teknoloji geliştirmeye gerek duymaz. Sanayi tembelleşir. Ülke geri kalır. Komşu veya rakip ülkeler küresel rekabete entegre olurken, ülke bulunduğu yerde patinaj yapar.
Bu gibi ülkelerde devlet, yerli ve milli sanayinin korunması ve gelişmesi için koyması gerektiği koruma duvarlarının arkasında aslında üretimin doğmadığını görür, ama bu politikadan geri adım da atmaz. Çünkü söz konusu ürünlerin üzerinden elde edilen vergiler bütçe için vazgeçilmez hale gelmiştir. İşte bu noktada korumacılık bir köprü değil, bir çıkmaza dönüşür. Devlet, vergilerden elde ettiği gelirlere alıştıkça bağımlı hale gelir. Yerli sanayi gelişmediği için, vergi oranlarını ve engelleri daha da yükseltir. Yükselttikçe hem tüketicinin yükü artar, hem yatırım imkânları azalır. Bu mekanizma, sürekli yeniden kendini üreten bir kısır döngüye dönüşür.
Özetle, eğer korumacılık ve vergiler, yerli üretimin gelişmesini sağlamıyorsa; bu durum, ülkenin kaynaklarını tüketen, halkı yoksullaştıran, verimsizliği kronikleştiren bir tür“ekonomik hapis” anlamına gelir. Yani, amaçlanan “teknolojik ve yenilikçi sıçrama” gerçekleşmez. Sadece, ülkede “yüksek maliyetli bir izolasyon” yaşanır.
Nitekim, Türkiye ve benzeri ekonomik istikrarsızlık içinde yaşayan ülkelerde, belli ürünleri pahalılaştırıcı ve ithalatı zorlaştırıcı korumacılık önlemlerini almak, yerli üretimin gelişmesi için yeterli değildir. Bu hedefi gerçekleştirmek için, her şeyden önce makroekonomik istikrar, düşük maliyetli kredi, teknolojik ekosistem ve güven ortamı gerekir.
Bunlar sağlanmadıkça, başarı şansı neden düşüktür?
Çünkü, Türkiye, Brezilya, Arjantin gibi ülkelerde; faizler yüksektir, kredi maliyetleri boğucudur, enflasyon süreklidir, kur oynaklığı yatırımcıyı ürkütür, kamu harcamaları israf ve verimsizlikten kurtulamaz ve politikaların sürekliliği zayıftır. Böyle bir ortamda yatırımcı, önünü göremediği için uzun vadeli sanayi yatırımlarına girmez. Bunun yerine ithalat, inşaat, rant ve kısa vadeli spekülasyon gibi alanlara yönelir.
Nitekim, büyük iç pazarlara sahip olmalarına rağmen bu ülkelerde ne yerli bir cep telefonu markası çıkabilmiş, ne de kendi markasıyla dünya pazarlarında rekabet edebilen başarılı bir otomobil üreticisi doğabilmiştir. Çünkü temel sorun, elverişli yatırım ortamı ve uygun teknoloji florasının bulunmaması ve yatırım yapma cesaretini öldüren ekonomik güvensizlik ortamıdır.
Türkiyedeki duruma yakından baktığımızda, uzun dönemler boyunca uygulanan korumacı politikaların sermaye sahiplerinin kurabilecekleri teknoloji şirketlerine sunduğu elverişli gelişme, büyüme ve serpilme avantajının bir fırsata çevrilemediğini; Türk girişimcilerinin gözünün sürekli kısa vadeli yatırım geri dönüşü ve dolayısıyla yüksek kâr sağlayan alanlarda ve rant kaynaklarında olduğunu görüyoruz. Öte yandan devletin de aslında bu politikalarla Türkiye’de teknoloji florasını oluşturmak ve teknoloji girişimcileri için gelişme ve ilerleme ortamı sağlamak gibi birincil bir amaç taşımadığı; esas amacının, bu ürünlerin ithalatında sürekli yüksek tutulan vergilerle hazineye ek kaynak sağlamak ve bütçe açıklarını kapatmak olduğu şüphe götürmeyecek kadar açıktır.
Son yıllarda bu genel eğilimin istisnası olarak ortaya çıkan TOGG girişimi, ümit vadedici bazı başarı işaretleri ortaya koyuyor. Ancak, devletin özellikle otomobilin yurt dışındaki satış fiyatının düşük tutulması ve iç tüketicilerin taleplerinin genel faiz oranlarına göre çok düşük veya faizsiz kredi finansmanıyla karşılanması yönündeki aşırı korumacı yaklaşımı; girişimin uzun vadede sürdürülebilirliği ve uluslararası rekabete ayak uydurabilmesi konusunda ciddi tereddütler uyandırıyor.
Türkiye’de, bu alandaki hatalı politikalar nedeniyle tüketicinin fakirleşmesi, sanayinin gelişememesi, devletin kısa vadeli vergilere bağımlı hale gelmesi değiştirilemeyecek bir kader değildir. Yapılması gereken şey, gerekli yapısal reformların bir an önce gerçekleştirilmesi; kapsayıcı politikalara dayalı uzun vadeli stratejilerin oluşturulması ve istikrarlı biçimde sürdürülmesidir.
DİPLOMA SKANDALI: TOPLUMU SARAN VE SİSTEMLEŞEN SAHTEKÂRLIK
Türkiye, bir kaç gündür yüzlerce kişinin suçlandığı; resmi belgede sahtecilik, bilişim sistemine izinsiz erişim, sahte e-imza, kişisel verilerin hukuka aykırı elde edilmesi yoluyla öğrenci not ortalamalarını ve diploma notunu yükseltme, sahte lise ve üniversite diploması ve sahte sürücü belgesi düzenleme skandalıyla çalkalanıyor. Bu yolla çok sayıda kişinin haksız kazanımlar elde ettikleri ve ayrıca 400’e yakın akademisyenin hukuka aykırı biçimde atanmasının sağlandığı belirtiliyor.
Skandalın en ironik ve trajikomik yanı, şebekenin “Hoca” lakaplı liderinin; daha önce 20 yıl boyunca müteaddit defalar aynı suçtan operasyona uğrayarak gözaltına alınmış, yargılanmış, çeşitli cezalar almış, yani bu konuda oldukça deneyimli ve profesyonel bir sabıkalı olması…
Ayrıca sosyal medyada, şebeke liderinin önceki ifadelerinde bu konudaki uzmanlık birikiminden gayet pişkin tavırlarla söz ettiğine dair haberler mevcut. Hakkında açılan davaların çoğundan beraat eden, hatta bir bölümünden de haksız yargılanma sebebiyle tazminat alan şebeke liderinin; kimilerince düzenbaz ve sahtekar olarak nitelendirilirken, bazılarınca bir “dahi” veya “halk kahramanı” olarak görüldüğü de yorumlar arasında yer alıyor.
Burası, nasıl bir ülke?
Türkiye’de güç, makam, servet ve itibar sahibi olmanın; kısaca “başarının” göstergesi, asla dürüstlük, çalışkanlık gibi meziyetler değil!
Bunu nereden anlıyoruz?
İlkokuldan itibaren çevrenizde bulunanlara dikkatle bakın: Düzeni ve disiplini ihlal eden, başkasının hakkına ve emeğine saygı duymayan, çalışmadan geçinmeyi amaç edinen, daima kuralları aşarak “kestirmeden hedefe ulaşma” yollarını arayan, tabir caizse ne kadar “haşarı” ve problemli kişiler varsa gelecekteki durumlarını takip edin…Uslu, dürüst, sakin, kurallara uyan, başkalarına saygılı ve empati sahibi olanlara göre, hayatta çok daha başarılı olduklarını; özellikle büyük paralar kazandıklarını, çoğu defa şaibeli yollarla daha güçlü ve itibarlı mevkilere geldiklerini göreceksiniz.
Bunlar, uslu ve uyumlu çocukların önüne nasıl geçebiliyor ve başarı merdivenini nasıl bu kadar hızlı tırmanabiliyorlar?
Elbette, çocukluklarından ve gençliklerinden itibaren tanık olduğunuz, aileleri ve çevreleri tarafından engellenmeyen ne kadar olumsuz özellikleri varsa, onlarla…Bu defa birer davranış kalıbı haline getirdikleri tutum ve davranışlarının kazandırdığı pişkinlik ve cesaretle; çoğu defa kamu düzeninin gerektirdiği bağlayıcı kuralları hiçe sayarak, tanımlanmış standartları aşarak ve yasal gereklilikleri bay pas ederek…
Küçüklüklerinde okul disiplinini bozucu, arkadaşlık ve çevre ilişkilerini zedeleyici davranışları, yetişkinliklerinde toplum kurallarının hiçe sayılmasına, hukuk düzeninin ihlal edilmesine; sahtecilik düzenbazlık ve hak gaspı yönünde suç teşkil eden davranışlara evrilebiliyor. İşin kötü tarafı, bu kez sahtekârlık veya dolandırıcılık benzeri eylemlere giriştiklerinde ve yasalara karşı suç işlediklerinde; hukuk düzeni ve yargı sistemi yine haklarında önleyici ve caydırıcı işlem yapmıyor, yeni suçlar işlemelerine fırsat vererek “kuralları ve sistemi aşmada” giderek profesyonelleşmelerini sağlıyor.
Gerçek hayatta bu sürecin somut örneklerini fazlasıyla görüyoruz:
-Doktorluk, hukukçuluk, mühendislik gibi yüksek gelir sağlayan itibarlı bir meslek edinmek için bir sertifika veya diploma mı lazım? Elde etmek için yıllarca kafa patlatmaya, çok çalışarak uykusuz kalmaya gerek yok. Her şeyin bir yolu var. Yeter ki kafayı çalıştır ve uygun kanalları, irtibat kurulacak doğru kişileri bul. Nihayet Türkiye’nin çevresindeki ülkeler (Kıbrıs, Azerbaycan, Romanya, Macaristan, Balkan ülkeleri, Makedonya, Kosova vb), göstermelik eğitim vererek sahte diploma dağıtan uydurma üniversitelerle dolu…Yeter ki diploma tarifesinde yer alan parayı ver.
Saf ve “inek”(!) öğrenciler, kafalarını testlerden ve ders kitaplarından kaldırmadan çalışadursunlar; zaten işbilir rakipleri, hayatın hileli ve dolambaçlı labirentlerinden kolayca geçerek gerekli düzen ve dolapları çevirme deneyimini, sertifika veya diploma için gerekli meblağları bu arada kolaylıkla kazanıyorlar.
-Bir ihalede rakiplerinin önüne geçmek ve ihaleyi almak mı gerekiyor? Yeter ki karar mercileriyle gerekli nepotik bağlantıyı, siyasi veya maddi yakınlık ilişkisini kurmayı bil.
-Büyük bir kredi için yetersiz bir teminat tutarının yeterli sayılması veya kredi tahsisinde bankacılık normlarına aykırı bir takdir veya değerlendirme mi gerekiyor? Yüksek mercilerden bir talimat veya siyasi yakınlık mesajı yetiyor.
Türkiye’nin uluslararası sıralamalardaki yeri ve imajıyla ilgili veriler, bu alanlarda ne kadar itibar kırıcı ve utandırıcı bir konumda bulunduğumuzu gösteriyor.
Sadece bir kaç örnek;
-Türkiye, Uluslararası Şeffaflık Örgütünün 2024 yılı “Yolsuzluk Algısı Endeksi”ne göre 34 puanla “yoğun yolsuzluk algısı bulunan” bir ülke olarak 180 ülke arasında 107’inci sırada yer alıyor.
-OECD ve Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi’nin 2025 yılı raporuna göre Türkiye, dünyada sahte ürün ticaretinde Çin’in ardından ikinci sırada bulunuyor.
-Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, yüksek lisans ve doktora tezlerinin yüzde 34’ünde “ağır intihal” yani bilimsel hırsızlık yapıldığını ortaya koydu.
Bu, her üç tezden birinde çalıntı olduğu anlamına geliyor. Yani Türkiye’de, akademik ünvanların elde edilmesinde de çok ciddi oranda sahtekârlık yapılıyor.
“Sahte akademik yükselme” sürecine destek veren şebekeler, yer altında illegal yapılar olarak kalmaya gerek kalmamış, yer üstüne çıkmışlar. Sosyal medyada ve veb sayfalarında faaliyetleriyle ilgili açıkça ilanlar vererek bir anlamda legal bir yapıya kavuşmuş, yani “sektörleşmiş” bulunuyorlar.
Doçentlik sınavı için makale siparişi veren bir akademisyenle, şebeke elemanı arasında geçen şu konuşma her şeyi anlatıyor:
“Ulusal makaleyi 50 bin TL’ye yazıyoruz. Uluslararası makaleyi 100 bin TL’ye…Kaç makale yazdıracaksınız?”
“Şu anlık bir tane…”
“Benim önerim 3 ‘baba dergi’, 2 tane de küçük dergide yayımlanacak şekilde makale hazırlamak. Hepsini paket yaparız. Toplam 500 bine mal olur.”
“Ücreti nasıl vereceğim?”
“Yarısını peşin, yarısını iş bitince…Bugüne kadar yazdığımız makalelerde majör düzeltme bile almadık. Tüm işlemleri gizlilik içerisinde yürütüyoruz. Hiçbir sorun yaşamazsınız.”
İşte, yüksek öğretim sistemindeki milyonlarca öğrenci; kendilerine hayat ve dürüstlük dersi vermeleri beklenen, ancak bu yolla doçent olan hocalar tarafından eğitiliyor.
Ortak çıkarları korumak ve kamu yararını gözetmekle yükümlü, toplumun sağduyusunun ve kamu vicdanının temsilcisi olması gereken devlet organları, kamu yönetimi ve yargı mercileri de bu adaletsiz ve çarpık düzenin işleyişini onaylıyor, ürettiği sonuçları “tescil” ve “akredite” ediyor.
Nasıl mı?
Yine bir kaç örnekle anlatırsak;
-Hazineye ait arazileri ve orman arazilerini işgal edenlere göz yumup bir süre sonra onları “tapu” ve “hak sahibi” yaparak ve sınırsız servet sahibi olmalarını sağlayarak,
-Vergisini ödemeyen büyük kazanç ve rant sahiplerinin vergi borçlarını neredeyse periyodik hale gelen vergi aflarıyla affedip, vergilerini dürüstçe ödeyenleri enayi yerine koyarak,
-Suç işleyenleri gereği gibi cezalandırmayarak daha büyük suçlar işlemelerine, hatta organize suç faaliyetlerine girişmelerine fırsat verip daha da cesaretlenmelerine, ve pervasızlıklarını arttırmalarına sebep olarak,
-Kamu harcamalarında şeffaflığı, rekabeti, ve kaynakların verimli kullanılmasını sağlamak üzere çıkarılan Kamu İhale Yasasını, belli kişi ve çevrelere imtiyaz ve avantaj sağlanması sonucunu verecek şekilde 20 yılda yüzlerce kez değişikliğe uğratarak…
Toplum ve devlet düzeni, suç işlenmesini; dolandırıcılık ve sahtekarlıkları önlemede neden etkili ve samimi tavır almıyor?
Çünkü toplumun genel karakteri ve onun en üst düzey organizasyon yapısı olan devlet düzeni, kendisini oluşturan bireylerin karakteriyle şekilleniyor.
Bu bağlamda toplum, kirli, usulsüz ve hakkaniyetsiz yoldan güç devşirenlere olumsuz bakmıyor, onlara saygı duyuyor. Nihayet halkımız, adaletsiz ve kabul edilemeyecek yollarla siyasi ve maddi güç ve imtiyaz sahibi olduklarını bildiği insanların eteklerine tutunmak, onlardan nasiplenmek için birbirleriyle yarışmıyor mu? İllegal yollarla ve başkalarının haklarını gasp ederek güç ve otorite sağlayan; devleti tanımayan ve kaba güç sergileyen mafyayı ve organize suç şebekelerini yüceltmiyor mu, onlara dalkavukluk yapmıyor mu?
“Testinin içinde ne varsa, dışarıya o sızar.” demiş Mevlana…
Türkiye’nin acı gerçekliğini yeterince açık bir şekilde anlatmıyor mu?
Türkiye’de, kamu kesiminde ve özel sektörde maaş ve ücretlerin gerek kendi içlerindeki yeterliliği, gerek birbirleri karşısındaki durumu; ekonominin genel yapısı, refah standartları ve geçim şartları açısından sürekli tartışma konusu olmaktadır.
Türkiye’de maaş ve ücret politikası dengelerinin ülke gerçeklerine uygun olup olmadığını; nüfusları yaklaşık olarak eşit Türkiye ve Almanya’nın bu konudaki verileri çerçevesinde incelemek, konuyu daha iyi anlamamızı sağlayacaktır:
Türkiye’de 5.3 milyon, Almanya’da 4.3 milyon memur var.
Türkiye’de, 2025 yılında (Temmuz maaş artışı sonrası):
-En düşük devlet memuru maaşı, 50.500TL; ortalama devlet memuru maaşı ise 63.500TLdir. (En düşük memur maaşının %25 fazlası)
-En düşük özel sektör çalışanı (asgari ücretli işçi) maaşı 22.100 TL (Ocak ayında artacağını dikkate alalım); ortalama sigortalı çalışan maaşı ise 26.500 TL’dir. (Asgari ücretin %20 fazlası)
-Kamuda, genel müdürün maaşı 140.000₺’dir. (En düşük devlet memuru maaşının yaklaşık 2.75 katı)
Türkiye’de kamu-özel sektör maaş tutarlarını karşılaştırdığımızda, en düşük devlet memuru maaşı, asgari ücretin 2.3 katı; ortalama devlet memuru maaşı ise, ortalama sigortalı işçi maaşının 2.4 katıdır.
Almanya’da;
-Aylık asgari ücret 1.700€, ortalama aylık işçi ücreti 2.900€’dur. (Asgari ücretin %70 fazlası)
-En düşük kamu görevlisi maaşı 2.050€’dur. (Asgari ücretin %20 fazlası). Ortalama kamu görevlisi maaşı 3.500€’dur (En düşük kamu görevlisi maaşının 1.7 katı)
-Üst düzey yönetici (Bir kurumun genel müdürü) maaşı 8.600€’dur. (En düşük memur maaşının 4.2 katı)
Kamu ve özel sektörde “en düşük-ortalama ve üst düzey” maaşlarla ilgili, iki ülke arasındaki bu rakamların karşılaştırılması; bize ekonominin durumu, refah düzeyi, işgücü piyasaları (arz-talep dengeleri), ücret politikası ve standartları, işgücünün niteliği ve verimliliği açılarından şunları anlatıyor:
-Ekonomik ve sosyal göstergeler:
Almanya, Türkiye’ye göre yaklaşık 4 kat daha fazla milli gelire sahip.
2024 yılında Almanyanın ihracatı 1 trilyon 559 trilyon€ (241 milyar€ dış ticaret fazlası verdi.)
Türkiye’nin ihracatı 261 milyar$ ( 82 milyar$ dış ticaret açığı verdi.)
Almanya’nın 2024 yılı kamu bütçesi açığı %5 iken, Türkiye’nin bütçe açığı yaklaşık %20 oranında gerçekleşti.
-Ücret Politikası ve Refah Standardı:
Almanya’da özel sektörde (aynı zamanda kamuda) ortalama maaşın asgari ücretten %70 fazla olması, geniş bir orta sınıfın varlığına işaret ediyor. Türkiye’de ise asgari ücret ile ortalama maaş arasındaki farkın ancak %20 olması, özel sektörde yoğun bir yoksul çalışan kitlesi bulunduğunu ve orta sınıfın eridiğini gösteriyor.
Almanya’da, en düşük devlet memuru maaşının asgari ücretin yalnızca %20 fazlası olması; kamuda ve özel sektörde birbiriyle uyumlu, verimlilik temelli, hakkaniyete uygun ve yatay ücret politikası benimsendiğini gösteriyor.
Türkiye’de, en düşük devlet memuru maaşının asgari ücretin 2.3 katı, ortalama memur maaşının ise ortalama işçi maaşının 2.4 katı olması; özellikle kamuda alt kesimde çalışanların, devlet eliyle ve politik himaye ile kayırıldığını, özel sektörde ise işgücü piyasasındaki arz-talep dengesizliği ve ekonomideki verimsizliğin kurbanı olduğunu gösteriyor. Bu, kamu ve özel sektör çalışanları arasında gelir düzeyi ve hayat standardı açısından ciddi bir uçurum bulunduğu; devletin memurlar için asgari refahı, özel sektöre göre çok daha yüksek tuttuğu anlamına geliyor.
Almanya’da devlette genel müdür maaşının en düşük memur maaşının 4.2 katı olması, “liyakat ve sorumluluk farkına” saygılı ve adaletli bir ücret hiyerarşisi kurulduğunu gösteriyor. Türkiye’de ise, genel müdür maaşının en düşük memur maaşının sadece 2.75 katı olması; kamu kesiminde “teşvik” ve “liyakat ödüllendirmesi açısından yetersiz bir yapı bulunduğunu, yetki ve sorumluluk farkı pek dikkate alınmadan, tüm kamu çalışanlarının adeta bir “yığın” halinde istihdam edildiğini gösteriyor. Sonuçta, çalışanla çalışmayan arasında blr fark kalmaması; kamu kesimlinde, motivasyon kaybı, vasatlaşma, içe kapanıklık, kariyer hırsının azalması gibi sonuçlar doğuruyor.
Buna göre Almanya’da ücret sisteminin, “en alt-ortalama-en üst” arasındaki farkın ölçülü ve işlevsel olması dolayısıyla, “yatayda dengeli” ve “dikeyde rasyonel” olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’de ise, “özel sektörün tabanında yoğunlaşma,” “kamu içinde yükselme katsayısının zayıflığı” ve kamu ile özel arasında doğal olmayan bir “kopuş ve oransızlık” bulunması dolayısıyla “yatayda çarpık ve adaletsiz, dikeyde sıkışmış” olduğunu görüyoruz.
-Üretim ve İşgücü Verimliliği:
Almanya’da çalışan başına yıllık brüt yurt içi hasıla üretimi yaklaşık 136.000$; Türkiye’de 38.000$ (Almanya’nın üçte biri)
Almanya’da bir çalışanın saatte ortalama üretim değeri yaklaşık 76$’dır (OECD verisi). Bu oran, hem teknoloji, hem eğitim ve uzmanlık, hem de otomasyon seviyesinin bir sonucudur. Türkiye’de ise 30 USD’nin altındadır (OECD ve TÜİK verileri). Bu oran, düşük teknoloji, düşük katma değer ve plansız üretim yapısının göstergesidir.
Haftalık çalışma saati Almanya’da ortalama 35-37 saat; Türkiye’de 45 saattir. Almanya’nın haftalık çalışma süresi Türkiye’den az, ama üretilen çıktı, Türkiye’nin 2 katından fazladır.
Almanya’da, kamuda da özel sektörde de maaşlar verimlilik temelli, veriye dayalı ve “ücret-hizmet dengesi” adildir. Örneğin öğretmen, mühendis, kamu yöneticisi gibi pozisyonlarda maaşlar, performans ve görev yüküyle tutarlıdır.
Türkiye’de ise memur maaşları, performansla değil; kıdem ve politik kararlarla belirlenir. Düşük verimlilik, üretilen çıktı ve performansla ilişkisiz ücret rejimi söz konusudur. Birimlerde genellikle gereğinden fazla eleman bulunur. Kimin ne kadar iş yaptığı ölçülmez. Çok çalışan ve çok üretenle, az çalışan ve az üreten aynı maaşı alır.
Almanyada işgücü verimliliği artışı; eğitim, mesleki yeterlilik ve Ar-Ge yatırımlarıyla desteklenir ve süreklidir. Sendikalar ücret artışlarını verimlilik artışıyla bağlantılı olarak talep eder. Türkiye’de özel sektörde ise tam tersidir; özellikle düşük ve orta segmentte çalışanların üzerindeki iş yükü çok fazladır; ama karşılığı asgari ücrettir.
-Liyakat, Motivasyon ve Kamuda Kaynak İsrafı:
Türkiye’de kamu kesiminde maaşlar, toplumun genel refah seviyesi, ekonominin değer üretme kapasitesi ve verimliliğinden bütünüyle bağımsız olarak belirleniyor. Devletin himaye ve popülizmi ile ekonominin reel şartlarının üzerinde belirlenen maaşlar, gereğinden fazla sayıda memur sayısı ile birleştiğinde, kamu bütçesi açıklarına ve yapısal israfa yol açıyor.
Türkiye’de kamuda, özel sektördeki ile aynı pozisyonda bulunan kişi, ortalamada özel sektördekine göre iki kattan daha fazla maaş alıyor. Sırf pozisyon üzerinden kamuda çalışana sağlanan bu eşitsizlik; çalışma performansı ve üretim verimliliği söz konusu olduğunda çok daha fazla derinleşiyor. Özel sektörde kamudaki ile aynı pozisyonda bulunan kişi, diğerinin yarısından az maaş almasına rağmen, çok daha yüksek performans sergiliyor ve birim sürede kat be kat fazla çıktı üretiyor. Bu asimetrik durum, sırf daha fazla maaş geliri ve rahat çalışma şartları sağladığı gerekçesiyle, daha nitelikli ve birikimli insanların kamuda yığılmasına; genel istihdam yapısında verimsizliğin ödüllendirilmesine ve ekonominin rekabet gücünün zayıflamasına yol açıyor.